yeşil çimenler


başını, eskiden kalbimin olduğu yere yasla
toprak üzerimde kalsın
uzan yeşil çimenlere
beni sevdiğin zamanları hatırla

yaklaş iyice, çekinme
yağmurlu gökyüzünün altında dur,
ay yükseliyor ufuktan,
trenler geçerken beni düşün,
üzerimde biten çalı çırpıyı temizle,
geçip gitmedi mi tren çala çala düdüğünü.
boşluğa karıştım ben
uçuyorum artık havada,
gölgemde dur,
artık herşey benden oluşuyor.
hava raporunda bugün diyecek ki
yağmur kokusu var havada.
tanrı yıldızları aldı,
birleştirdi onları,
artık kuşlar ayırdedilmiyor tomurcuklardan.
benden kurtulamayacaksın hiçbir zaman,
tanrı beni ağaca dönüştürecek.
bana elveda deme
yalnızca gökyüzünü anlat bana
ve eğer gökyüzü düşerse sözlerimin üzerine
şakacı kuşlar yakalarız seninle

başını, eskiden kalbimin olduğu yere yasla
toprak üzerimde kalsın
uzan yeşil çimenlere
beni sevdiğin zamanları hatırla


tom waits - green grass

idol omen

zap suyunda nilüfer çiçeğine binaen:

zap suyunda nilüfer çiçeği..

gözlerimi açtığımda karanlık karşıladı beni.. irkilerek kalktım yatağımdan, pencereye baktım.. yanılmıyordum, düpedüz karanlıktı etraf.. şaşkınlığımdan sıyrılıp insanlar alemine döndüğümde saate bakmayı akıl ettim.. neyse ki akşamdı daha.. gece uyuyup gece uyanmak pokerde açılan son kartla bütün paranı kaybetmek kadar korkutucuydu.. gece sesizliği dinletendi.. gece lanet olası düşüncelerimle taşşak geçtiğim hasmımdı.. gece dallarımın kırıldığı, yapraklarımı toplayacak kimsenin kalmadığı gerçekliğiyle yüzleştiğim sevgilimdi.. bir süre işlerinden veya okullarından evlerine dönen insanların yüzlerini seçmeye çabaladım kirli penceremin ardından.. hayattaki amaçları neydi tek tek hepsinin, merak ediyordum.. en sonunda nereye varmak istiyorlardı? şu an oldukları halleriyle mutlular mıydı? seçimlerini kendi özgür iradeleriyle mi yapmışlardı her zaman? beynimi tırmaladı bunlar.. ılık su iyi gelecekti.. kapının arkasında asılı duran havlumu aldım, duşa girdim.. duş jelimin kokusu ardıç kuşlarının olduğu bir bahçeyi süsleyen hayallerimdeki çiçeklerin kokusuydu o gün.. su altında oyalanmak.. işte bunu seviyordum.. çıktım, saçımı kuruttum.. masamdan iki kitap attım çantaya ve düştüm yollara, amaç gütmeden.. önce karnımı doyuracaktım, sonrası allah kerim..

sokağımın üzerinde bir cafeye girdim.. soya soslu tavuğumun pişmesini beklerken, bir kaç sayfa okurum diye açtım kitabımı.. ama karşıma çıkan ilk cümle beni oyaladı iznime gerek duymadan: "yere düşen kurabiye gibi şehrin gardırobunda dağılmış haldeyim." o an tanıdık bir yüz gelse ve "nasılsın" diye soracak olsa beni bu cümleden daha iyisi tanımlayamazdı.. meğer aynı duyguları başka başka insanlar da yaşıyormuş diye düşünmekten bir kez daha kendimi alamadım.. bir kez daha diyorum çünkü hep bunun farkındalığına varıp sonra da unutuyorum.. herkes kendi yaşantılarını tek ve ulaşılmaz zannediyor.. ya da öyle zannetmek istiyor.. garip!

bu çıkmazlardan kurtulamadığım esnada soya sosuyla kutsanmış tavuğum geldi ve çekip çıkardı beni güzelliğinin hazzıyla.. bir yandan yemini bulmuş balıklar gibi çatallarken tavuklarımı diğer yandan yan masada konuşlanmış sosyalizm muhabbetine kulak misafiri oldum.. düzgün giyinimli karanfilli züppeler, kadavra gibi düşüncüleriyle zihinleri bulayanlar, marx’ın alnına çöreklenmiş ya da bıyıklarında debelenenler... böylelerini gördükçe kıymetimi anlıyorum ama işte bu noktaya üzülmem mi gerekiyor sevinmem mi bir türlü karar veremiyorum..

ekmeğimle soya sosunu sıyırdığım yemeğin o en heyecan verici yerinde telefonum çaldı.. arayan arkadaşım eraydı.. yine kanına girdiği bir hatundan bahsedecek bana dedim telefonu açmadan ve yanılmadım.. şirket olarak düzenledikleri bir akşam yemeğinde tanıştığı ve sonra muhabbeti ilerletip kahve içmeye ikna ettiği bir avdan söz etti durdu.. hatuna söylediği yalanlar muhatabında hüzünlü anılar gibi güzel tatlar bırakmış olmalıydı.. o, zap suyunda bir nilüfer çiçeğiydi kızın gözünde.. "peki ama" dedim "bu yaptığın doğru bir davranış mı eray".. beni ele veren özelliğim devreye girdi: empati kurmuştum hiç görmediğim, tanıdığım birisiyle.. "sevgim acıyor" demiş turgut uyar sigaranın koynuna girdiği bir vakitte.. ya onun da sevgisi acırsaydı! sevgisi acıyan bir turgut uyar bir ben mi vardım şu dünyada? telefonun ucunda unuttuğum arkadaşım, alaycı bir kahkaha attı ve eş seçimi seçmeciliğinin sosyobiyolojik bir açıklamasını getirdi yaptıklarını meşrulaştırır bir dille:

dişi üstün olanı seçiyorsa, erkek de tabi ki dişiyi üstün olduğuna ikna etmeye çalışmalıydı.. dişiyi üstün olduğuna ikna etmekse onu etkilemekle mümkündü.. bunun da iki yolu vardı.. ya gerçekten üstün olmak, ya da bir yolunu bulup karşıdakini kandırmak.. işte insan zekâsı da kandırmaya çalışmak ve kandırılmamaya çalışmak için gelişmişti.. erkek bir yandan diğer erkeklerle üstünlük mücadelesi yaparken bir yandan da kandırmaya çalışmalıydı.. kadın bir yandan üstün erkeklerin üstünlüklerini anlayacak kadar üstün olmaya çalışırken bir yandan da kandırılmamaya çalışırdı çünkü..

bu etkileyici! açıklamasının ardından "hadi, kendine iyi bak dostum" deyip kapattı telefonu eray.. ardından hiçbir şey düşünmedim.. yemeğimi bitirip kitap okumaya koyuldum.. ne kadar geçti bilmiyorum telefonum yeniden çaldı.. akmerkez afm sinemasına normal fiyatından daha ucuz fiyata biletlerinin olduğunu, bunun üzerine avatar filmine gelmek isteyip istemediğimi sorguluyordu karşıdaki ses.. ilk defa üç boyutlu sinema keyfi yaşayacaksanız "avatar" filmi bunun için iyi bir tercihti.. ve kabul ettim..

aradan çok zaman geçmemişti ki akşama doğru sınava yetişmek üzere okulumun yokuşunu indiğim bir zamanda eray yine aradı beni.. olaylar çok farklıydı artık, her şey tersine (eray'a göre) dönmüştü.. zamanında bana anlattığı o hatunla sevgili olmuşlardı ve yeni ayrılmışlardı.. "neden abi?" diye sordum.. "sıkılmış benden." dedi.. sonra ağlamaya başladı.. sınava gireceğim sınıfa yaklaşmıştım.. "boşver be abi ağlama! glass ghost'un güzel bir klibi var, akşam eve gidince atarım sana linkini, izlersin.." dedim başımdan savmak için.. "ne diyorsun dostum kafa mı buluyorsun benle?" diye sordu.. "hassiktir diyorum, hassiktir" dedim, kapattım..

eric cartman - poker face (lady gaga cover)

she wants to be..

sınırı olmayan gücü benliğinde hisseden aynı tasın aynı hamamıysan eğer, sabit kalman kolay olmaz iç güveyisinden hallice durumlarda .. en çok öyle insanlardan korkacaksın ki: ellerini yüreklerine değdirmeden değişir dururlar.. bir şey olacağa benzemeyen bukalemun ruhlu hergelelere ithaf olundu bu şarkı:



o muhteşem sesleri çıkaran yeah yeah yeahs' den tanıdığımız çılgın kadın karen o, video klipteki taklit yeteneğiyle de gözlerimizi boyamakta!

köpek gibi

iftira cinayetlere gebe bir altıpatların namlusunda uyuklayan misafir kurşunlar gibi/
ojeli tırnaklarına attıran beyaz karga sürüsüyle eğlenen pavyon fahişeleri gibi/
ihanetlerle donatılmış çilingir sofrasına iliştirdiği sekreterine göz kırpan patronlar gibi/
mutlu bir günün gecesinde intihar edecek ian curtis'in salyalarıyla yıkanmış koyu gri gökyüzü gibi/
yağmurdan ıslanmış gözlüklerini sadakatsizliğinin eteğiyle kurulayan anneler gibi/
protest tavırlarla sevişen yüzü maskeli bir anarşistin avuçladığı kaldırım taşları gibi/
tutarsız mezesine bulayarak sarhoş ettiği kızın açılmış belini somurarak beslenen yavşaklar gibi/
unutulmuş bir gecenin sabahında dişlediğin ertesi gün hapı pişmanlığı gibi/

sevdim..

gecenin karanlığı..


o bir taksi şoförü.. ancak herhangi bir taksi şoförü değil.. sizler sıcacık yatağınızda temiz kokulu yastıklarınıza sarılmış mışıl mışıl uyurken çektiği gece fotoğrafları ile üniversite arşivlerine giren, dünya basınını röportaj için türkiyeye getiren, yurt dışındaki sergilerde türkiye'yi temsil eden, ve şu an kültür bakanlığı ile avrupa birliği'nin desteklediği belgeseli çekilen bir taksi şoförü.. o benim ev sahibim..

şevket şahintaş, 14 mart 1966'da sarıyer'de doğdu.. ortaokulu bitirince bir araba tamircisinde çalışmaya başladı.. beş yıl sonra askere gitti, ve 1988'de dönüp taksiciliğe başladı.. 2004 yılının acımasız buz gibi bir kış gecesi, sokakta soğuktan donmak üzere bir halde uyumaya çalışan evsizleri fark etti.. sabahları sürekli karşılaştığı bu insanların geceleri neler yaptıklarını merak etti.. ufak bir kompak kamera aldı ve her gece, gördüğü ilginç yaşamları fotoğraflamaya başladı.. sadece evsizleri çekmiyordu; istanbul gecelerinde var olma savaşı veren travestileri, hayat kadınlarını, tinercileri, dilencileri; yakından tanımadığımız tüm dışlanmışları karelerine sığdırmaya çalıştı..

kısa süre sonra fotoğraflarını çektiği insan sayısı yüz elli olmuştu.. elli kadarını bir daha görmedi, haber de alamadı, ancak iki tanesinin öldüğünü iyi biliyor; birinin cesedini de kendi buldu.. beş senedir, tanıştığı bu insanların kırk elli kadarının fotoğraflarını düzenli olarak çekiyor.. şu an arşivinde onlara ait bin farklı kare var..

şevket abinin oluşturduğu arşiv, istanbul'un gece yaşantısını bu boyutuyla gösteren dünyadaki ilk çalışma oldu.. konuyu duyan bir müşterisi aracılığıyla odtü mezunlar derneğinde gerçekleştirdiği söyleşi ve fotoğraf gösteriminin ardından şevket abiyi fark eden türk ve dünya basını, o günden beri ona büyük ilgi gösterdi.. 2008'de der spiegel online'da röportajı ve fotoğrafları yayımlandı.. boğaziçi üniversitesi'nde, 18 mart üniversitesi'nde, ve fransız kültür merkezi'nde fotoğraf gösterimleri yapıldı, söyleşilere katıldı.. cnn türk, hikayesini belgesele dönüştürerek seyircilerine ulaştırdı.. st.petersburg'da çağdaş türk fotoğrafçıları adlı etkinlikte türkiye'yi temsil etti.. çektiği fotoğraflar, ankara üniversitesi iletişim fakültesi'nde konuk fotoğrafçılar bölümünde üniversite arşivine alındı.. 2009 kasım'ında şevket abinin heyecanla beklediği "gecenin öteki yüzü / the other side of the night" adlı ilk sergisi 11. uluslararası istanbul bienali kapsamında gösterime açıldı..

son söze binaen: içerisinde mutlu ve mesut yaşamaya çabalayacağım bir öğrenci evi arayışlarımın sonucunda 2008 temmuz'unun sıcak bir öğleden sonrasında rastgeldiğim bu muhteşem insanı elaleme anlatmak boynumun borcuydu.. yaptım!

http://www.sevketsahintas.com/
http://www.cnn.com/2009/WORLD/europe/10/05/sevket.sahintas.taxi.photographer/index.html

she was married to the bosphorus

kırmızı boyalı odada tattığın mum ışığı etkisi yaratan bir brazzaville şarkısı "bosphorus".. hikayenin başrolünde özgecan tapa isminde bir bayan var.. grup, ilk istanbul konseri (8 Temmuz 2005) için geldiğinde tanışmış özgecanla.. david brown'ın anlattığına göre özgecan almanya'ya okumaya gidecekmiş o sıralar.. bunun üzerine david " artık geri dönmezsin almanya'dan, seversin oraları" demiş; özgecan da boğaziçi ile nişanlı olduğunu, nereye giderse gitsin bir gün istanbula geri dönmesi dileğiyle yüzüğünü boğaziçinin sularına bıraktığından bahsetmiş david'e.. david bu hikayeden ilham alarak yazmış bosphorus'u ve özgecan'dan klipte oynama sözü almış.. brazzaville'in tekrar istanbul'a yolu düştüğünde (2 Kasım 2006) de klibi çekmişler..

cashback


yağmur kadın saçıysa damla damla, karlar altında uyuyan boğaziçinin silüeti de kadın vücududur kalbimi titreten estetiğiyle.. beni bu düşünüşlerle karşılayan film, çikolata sadelediğinde izlediğim “cashback”ti.. onur'un “izlemelisin, seversin sen” tavsiyesiyle tanıştığım güzelliklerden birisi cashback.. zaman mekan ilişkisi üzerine kurgulanmış ritüeller postmodern sinema izleyicisinin nazarı dikkatini celbeden bir yönelim.. ülke ergenimizin öpüp başına koyduğu “eternal sunshine of the spotless mind” tarzı filmlerden biliyoruz bunu.. fakat cashback, kendini zaman mekan ilişkisinin alışılagelmiş düzeninin dışına fırlatmışlığının dışında, göze hitap eden sanatsal ve lirik anlatımıyla –eğer illa ki bir sınıflandırma yapılacaksa- sınıfının filmlerinden ayrılan bir sean ellis yapıtı..


zamanı durdurmak mı istersin yoksa geriye almak mı? bu soruya herkes -benim gibi düşünüyorsa şayet- geriye almak diyecektir.. ancak biraz kafa yoracak olursa insan, bunun bir faydası olmayacağının farkındalığına varacaktır.. hayat, biz yolumuzu değiştirsek bile adımlarımızı atacağımız yere engeller koymaya devam edecek.. hiç bir zorlukla karşılaşmadığın bir yaşayışı hayal et: ne kadar yüzeysel!


zamanı geriye alıp, her şeyi yeniden yaşamak arzusunun zihnimde karanlık imgeler uyandırıyor olmasının aksine; hayatın haz aldığım melodik anlarını yavaşlatıp, o anları doyasıya yaşamak güdüsü beni inanılmaz derecede heyecanlandırıyor.. aşk, sadece bazı dönemlerimize eşlik eden bir harmonidir.. kim bu harmoninin çarçabuk kaybolmasını ister ki..

gece uyanmış anneler!


içimizden biri

küçük harf kullanım deklarasyonu!

attila ilhan'ın fransız şair apollinaire’ın şiiriyle tanışması onu imgeye yaklaştırmış ve küçük harfle ve noktalama işareti kullanmadan yazma tekniğini denemesine ön ayak olmuş.. eğer duyduklarım rivayet değilse, ilk gerçeküstücülerin bildirgesi büyük harf kullanılmadan yazılmış.. ayrıca "kızıl ordu fraksiyonu" (filistinle karşılıklı dayanışmaları vardır) adındaki alman grup da metinlerinde hiç büyük harf kullanmazmış.. işte bütün bu aydınlık ve kişisel durumların etkisiyle büyük harf kurallarını yazılarımda bu kurallara tutarlı bir biçimde uymamak yoluyla kullanıyorum.. bütün akşamdan kalmalarıma turgut uyar eşlik ediyor amına kodumunun lakırtılarıyla, umursamıyorum:

"esmer güzeli necla'nın baktıkça 'bayıldım' dediği gökyüzü
işte ben bunu mutlak yazmalıyım dedim
karanlıkta dünyayı bir bir hatırlamak
ben yeter dedikçe şehirlerin güzelleşmesi
bir anda kendi kendime bulduğum mutlu gerçek
bir kadın var beni onun iki eli, iki gözü kurtarır yaşamamaktan
öyle hoşlanırım ki onunla yatmaktan utanırım artık


sabahları acıkmayı ondan öğrendim"

the show must go on

ben freddie mercury, gerçek adım farrokh bulsara'dır... 1946 yılında o zamanlar bir ingiliz kolonisi olan zanzibar adasında doğdum.. atalarım zerdüştmüş.. çocukluğumun büyük bir kısmı hindistan’da geçti.. zanzibar'da çıkan 1964 devrimi nedeniyle, 17 yaşındayken ailemle birlikte ingiltere'ye taşınmak zorunda kaldım.. ve sanat hayatımın renkli dönemleri burada başladı..

kendimi bulduğum gün bir yıldız olduğumu anlamıştım.. şu zamanın o zamandan tek farkı artık bunu diğer insanların da kabullenmiş olduğu gerçeğidir.. ben sadece bir müzik orospusuyum ve bir nergis kadar gayim.. dişlek olmamdan hoşlanmıyorum, onları yaptıracağım.. onun dışında mükemmelim.. ama yine de her sabah uyandığımda ilk yaptığım şey kafamı kaşıyıp bugün kiminle seks yapacağımı düşünmek oluyor.. bok gibi param olmasına rağmen kendimle fazla ilgilenmem, kendimle eğlenmeyi severim, üstüme başıma çok fazla önem vermem, zaten verseydim bunları giyiyor olmazdım.. siz normal insanlar gibi sık sık duş almam, şampuan kullanmam.. saçım çok kirlendiği zaman kafamı ilk bulduğum çeşmenin altına sokar ve kurulanırım..


hayatıma giren üç gerçek aşk vardır: seks, müzik ve mary austin.. iyi bir aşık olabilirim ama tüm bu yaşanmışlıkların nihayetinde kimse için iyi bir partner olamadım.. aşklarım hep tehlikeliydi, fakat kim aşkının güvenli olmasını ister ki.. seks hayatımdaki tercihlerim konusunda yakın arkadaşım elton john beni hiç anlayamayacak.. bütün o orgyleri morgyleri bırakmamı aksi takdirde aidsten öleceğimi düşünüyor.. bu endişelerine gülüp geçiyorum: atın ölümü arpadan olsun canım! goethe’nin faust’unda dediği gibi hakikatin gücüyle yaşarken ben evreni keşfediyorum.. müzik, ruhumun her bir zerresinde yaşadığım tanrı’nın bahşettiği iki mükafattan biridir.. bu sanat öyle girift bir yapıya sahip ki utangaç bir sanat okulu öğrencisini, dünyanın en karizmatik rock yıldızına dönüştürebiliyor.. diğer mükafatım ise mary austin, o yüce kadın.. gözlerinin derinliklerinde haykırışlarımı, tutkularımı, hayallerimi ve ölümü görebildiğim tek insan..


ve ben, soyadı yunan mitolojisinde savaş tanrısı anlamına gelen müzik tanrısı, şu an rio sokaklarında rolls royce arabamla konsere yetişmeye çabalarken onun için gözyaşı döküyorum.. salya sümük bağıra çağıra “love kills” derken aşık olduğum kadının bana kızıp küsmesine lanet ediyorum.. yüz binler beni bekliyor ama ben onların arasına sıkışıp kalmış bir çocuk gibi bunalıyorum.. dünyadaki her şeye sahip olacak gücün olduğu halde hala en yalnız adam olabilirsin.. ve bu yalnızlığın en kötüsüdür..


belki beni kimse anlamayacak, belki arkamdan ahlaksızın tekiydi diyecekler.. hiçbiri umrumda değil.. bana en çok dokunacak olan onca gücüne rağmen bir kadını elinde tutamadı ve onu terk etti demeleri olur.. hiçbir erkeği mary’yi sevdiğim gibi sevemeyeceğim ama onu bırakıyorum.. şimdi konser alanındayım, sahneye çıkıyorum.. yüz binlerin çığlıkları kulağımı çınlatıyor.. ben ve yüz binler bu şarkıyı senin için söylüyoruz mary!


love of my life you've hurt me

you've broken my heart and now you leave me

love of my life can't you see

bring it back…


daníell in the sea

"sigur rós"tan tanıdığımız jonsi ve sevgilisi alex'in beraber yürüttüğü bir grup projesi "riceboy sleeps".. başlarda şu tarz kitaplar filan basıyorlardı.. sonraları bu sevimli ve huzur dolu izlandalı oğlanlar "all the big trees" ve "daníell in the sea" singlelarını takiben grubun adını taşıyan ilk albümlerini 20 temmuz 2009'da yayımladılar.. sevgililer için tahayyül edilemeyecek kadar güzel bir değeri vardıysa da bu albüm çalışmasının, benim için pek bir değeri yok aslında.. deneyimlerime göre albüm, uyku problemi çekenler için birebir.. nane-limon ve soğuk algınlığı bağlamında değerlendirilebilitesi olan bir imgelem kurabilirsiniz.. yine de "izlanda'dan babam çıksa dinlerim ulan. hem ben enstrümantal ve deneysel müziklerin hastasıyım!" diyenler için çiftimiz, kendileri gibi şeker video klipler hazırlamışlar.. play tuşuna tıkladıysanız bunlardan bir tanesini yukarıda izlemektesiniz zaten.. diğer güzellikler içinse bu izlandik oğlanların web sitelerini ziyaret etmenizi öneririm.. eşcinsel çiftimizden yemek tarifi bile var sitede (:

idontremember

meteor bahçesi miydi anımsadığım ilk dokunuşlardan?
nefret miydi duyduğum çınlayan kulaklarımla terkettiklerime?
mosfetlerle donatılmış bir problem miydi çözmeye çalıştığım?
bölünmemiş emirlerle kazandığım strateji oyunu muydu bu karmaşa?
düzeni değiştirmeli miydi en ala çelik çomak vuruşlarında?
düzülmekten zevk mi almalıydı altımda tırnaklarken sırtlarımı?
"pornography" tınıları protest miydi sana göre?
"the cure" ismi sakızımsı duygular bırakıyor muydu dudaklarında?
bardağımdaki ruj izlerinin müellifi sen misin helena?
helena..
ruhumdaki savaşın ilk kurşunu!
helena..
you mean nothing!
you mean nothing!

"weezer" ve video klip şeysi



çiçeği burnunda albümleri "raditude"un ilk parçası "i want you to"ya çektikleri videodan (yukarıda) da anlayacağınız üzere bu adamlar izlenesi video klipler yapıyorlar.. yukarıdaki eğlencelik atıştırmaya şahit olduysanız görmüşsünüzdür: arkadaşlar arasında yaptığımız o iğrenç arkadan sağ omuza dokunup sola geçme şakasından bile koymuşlar sürece.. öze dönersek videonun bize vermeye çabaladığı mesaj: "karşı cinsten manita olmaz" asdgasdasdfdsasdasdfşa

"pork and beans" şarkısına çektikleri videolarıysa (altta) değişik tarzda eğlencelikler içeriyor.. internet celebritylerinden video klip çekme fikri ne hoş.. mentos ile şişe patlatmaca ve fışkırtmaca deneylerinin medeniyetin sembolü fıskiyelerimizle ilişkilendirilmesinin güzel bir örneğini izliyoruz (: teşekkürler "weezer"

videonun sonlarına doğru ortaya çıkan o ışın bagetlerinden istiyorum!

kıçımın kenarı!

bir yandan dünden kalma bulaşıkları yıkıyor bir yandan da tükmüğünü baloncuk yapıp patlatıyordu arkadaşım ernesto.. onu izliyor olduğumu farketti ve patatesleri soymamı, sonra da yıkamamı istedi.. yıkarken farkettim: patates ne garip şey lan.. herbiri birbirinden farklı, insan gibi; yağa atınca buram buram terliyorlar, sevişir gibi.. soydum, tekrardan yıkadım ve doğradım.. "sen kızart oğlum, benim üstüm başım yağ kokuyor, akşam manitayla buluşcaz" diyerekten salladım.. "hep ben kızartıyorum yarram" diye çıkışınca dayanamadı pamuk kalbim.. her tür kokuya göğüs germek vardı arkadaşlığın kitabında ve o kitabın da raconunu biz yazmıştık isyankar ergen çağımızda.. yedik, içtik, halelleştik.. sonra ben vurdum kendimi yollara..

yağmur taneleri ilk defa bu denli küçük, diye düşündüm güneye inerken.. dört senedir şu manzarayla takılıyorum, hala haz veriyor hala aşık ediyor kendine; varın siz anlayın gözümdeki güzelliği.. gece, yağmur ve boğaziçi üçlemesini kafa yapıcı argümanlarla tamamlayınca erdim ben.. isteyen denesin.. "bir garip ercanım bu dünyada konar göçerim" diye şiir dilde diyar diyar gezmezseniz eğer, ben çok romantiğim demektir.. o vakit mahvolmuşumdur, hiçbir ilaç beni iyileştiremez.. bu tarz parapsikolojik olayların eşiğinde arkadaşlar geldiler "manga konseri varmış" dediler.. dedim: nefret ederim.. dediler: maksat eğlence, kopmaca..

kalabalığa daldım istemsizce, sahnedeki maymunları gözledim.. çişim geldi, sonra beni götürdüler.. rektörlüğe karşı işedim.. "işemek adamı ayıltıyormuş" dedim, başlarıyla onayladılar.. yürüdük biraz yeşilliklerin kumsalında.. asi yüreğim dayanamadı olan bitene.. "manga dinlemeyin lan ibneler, gidin evinizde morrissey dinleyin" diye çıkıştım önüme gelene.. "abi neler yapıyorsun sen" diye aldılar beni eve getirdiler..

"radiohead'in yeni albümü geliyormuş 2010'da.. peki kendileri de gelirler mi?" dedim yanımdaki periye.. gözlerime baktı ve şöyle dedi: hayır kamil, hayır.. sonra ağladık!

meric long & dj ercik

meğersem mal fenerli dj ercik "the dodos"un vokali meric long'muş.. korkunç lan asdasfsasgasdas..
enes özel'e sevgilerle



şarkı: the dodos - fools

the beatles cafe

cumartesi akşamı arkadaşlarla taksim kalabalığından sıyrılıp kurtarılmış mekan "the beatles cafe"ye doğru yol aldık.. yandımdaki tiryakilerden dolayı balkonlu son katta konuşlanmak için merdivenlerden çıkarken "avni"yi gördüm.. bön bön baktı bana.. "napıyon lan çakal" diye basit ama samimi bir tarzda sevgi gösterisinde bulunmak istedim.. bu hareketime sadece kuyruğunu sallayarak tepki gösterdi..


sonra oturduk; ben elime -siparişim gelene kadar oyalanmak adına- yarı erotik yarı müzikal tarzda almanca bir dergi aldım.. seyretmekten büyük keyif aldığım posterlere daldım sonra bir ara.. melissa çayımı yudumlarken "syd barrett"in baygın bakışlarını bütün şiddetiyle hissettim üzerimde.. bıyıklı kahramanım "freddie mercury"yi inceledim karşı duvarda.. "türk gibi lan bu" dedi tahir; kafa salladım.. az sonra "balkonda 'halil ergün'e (yaprak dökümünün ali rıza beyi) omuz attım olum yanlışlıkla" diye coşarak geldi gülbey sigara sefasından.. önemli bir şey yokmuş gibi devam ettik ama olanlar daha sonra olacakların öncüleriymiş, bilemedik..


biraz geçince odaya aniden sanatçı yığını başladı.. şalını takan, lümpen hırkasını sırtına geçiren geliyordu şiirsel bakışlarla.. "ne ayak aga" demeye kalmadan "halil ergün" de dahil bir takım entel güruh sardı etrafımızı.. adını bilmediğim ama çoğuna aşina olduğum dizi oyuncusundan geçilmiyordu ortalık.. sonradan anladık ki yakın zamanda vefat eden "nihat nikerel"i anma günüymüş o akşam.. ortamda bulunan gruplar alt kata geçtiler; bizimkiler de kalkmak istedi, engel oldum.. "ben ne rahatsız olucam lan, onlar benden rahatsız olsun" diyerek isyan koydum.. sonra kapılar kapandı ve biz bu bir avuç entel güruha dahil olduk umarsızca.. bu nihat abi şiir falan yazıyormuş; onlardan okuduk, alkışladık.. sanatçı dostlar, beraber yaşadıkları anılarını paylaştılar bizimle.. kah hüzünlendik, kah minnet duyduk nihat abiye.. artık bizden biriydi nihat abi.. sorsalar şöyle der: "hayatım boyunca hep nihat abiyi örnek aldım.. ama onun erken gidişi ciğerimi dağladı be dostlar" ve sonra da ağlardım.. bizim de nihat abi için geldiğimizi düşünerek elimizi sıktılar, hüzünlerine ortak ettiler.. ben lümpen hırkamla sırıtmıyordum ama çizgili sweetiyle zorluklar yaşayan tahirin ortama uyum sağlaması adına şalımı doladım boynuna.. akşamın sonunda gitar dinlentisi için balkona çıktılar cümbür cemaat.. biz de "nihat abi için yazılanlar defteri"ne duygularımızı düşüncelerimizi yazdık ve terk ettik onları.. giderken halil abiye: "nihat abiyi falan geçtim de çok üzülüyorum şu ali rıza beye" demek geldi içimden, ama yapamadım.. evet, iki saatliğine entel olmuştuk.. başımız göğe ermiş haldeki biz, karıştık kalabalığına istiklal caddesinin!

kahve kokusu

bu bir - kadıköy ve eminönü'de çokça rastgeldiğim - "kurukahveci mehmet efendi ve mahdumları" reklamıdır.. evet.. dükkanın önünden geçerken istemsizce yavaşlıyorum; geri dönüp tekrar geçiyorum, sonra tekrar ve tekrar... nirvanaya ulaşıncaya kadar devam ediyor bu ritüelim.. nereye gittiğimi unutacak kadar kaptırıyorum kendimi koku cennetine.. çok güzel kokuyor ulan!

aşığım

nane limon

uğultular sarıyor heryanımı.. hastalık başımı döndürüyor; kafam bir dünya aşkla.. yatakta kıvranırken başımı okşayacak bir el arıyorum.. ellerim yanıyor güneşle öpüşen kumlar gibi.. dipsiz bir kuyudayım sanki, az yukarımda salınan ipe ulaşmaya çabalarken kan ter içinde kalıyorum buzul çağında.. sabah oluyor, dersler başlamış; herkes kendi telaşında orada burada.. eski dostlar buluyorum kargaşada, mahzun.. akşam oluyor manzaraya iniyorum heyecanla.. gökyüzüne bakıyorum: yıldızlar istanbulu seyrediyorlar sevgililer misali.. atlas yorgan altında insanlar görüyorum; korkutan gerçekliklerinden sıyrılıp sarhoşluklarına sığınmak istiyorlar ezikçe.. yokuş tırmanan kısa saçlı kız "merhaba" diyor salınarak.. gülümsüyorum özlemlerimle yoğurduğum hayata.. bu günlerde nane limonun sıhhatini bile kıskanıyorum..

yurdum doktoru

atalarımız hobbit olduğundan küçük olmak bizim ailenin genel problemidir.. işte, kuzenim bu küçüklük hastalığına çözüm bulmak umuduyla yengemi doktora gitmeye ikna eder bir gün.. ailenin makus talihini değiştirmek isterlerken karşılaşacakları enteresan tıp dünyasından habersizdirler.. talihsizliğe bakın ki kısa bir doktor denk gelir bizimkilere.. bundan sonrasını diyalog halinde aktarıyorum:

yengem: merhaba.. bizim çocuklar büyümüyorlar, kısa kalıyorlar doktor bey..
doktor: (ayağa kalkar ve elini başına götürür) kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi..
kuzenim: (kısa süren bir şaşkınlıktan sonra) polen kullansam işe yarar mı ki?
doktor: (yengeme döner ve sorar) eşiniz de kısa mı?
yengem: evet, benimle aynı boyda..
doktor: o zaman ne diye uğraşırsınız hanım.. tofaş fabrikasından limuzin çıkar mı hiç!

asdasfsafasdafs bu ne lan..

uçurtmam kaçtı..

masmavi gökte, bulutların arasında özgürce salınan ve yalnızca bana ait olan uçurtmamdın siyah ve beyaz.. elimden kaçırdım seni.. çılgınca dans ederken havada, ardından döktüğüm gözyaşlarıma aldırmadın hiç.. dönüp bakmadın yüzüme, gözlerime.. hani fazlaca ağlarsın da gözyaşı bezlerin kurur ya; aksine öylesine geniş ki yüreğim, benim göz pınarlarım hiç kurumadı! düştüğünü hayal ettiğim yere doğru koştum.. koşarken bağırdım, küfrettim hedefsizce.. neden herkes birer birer kopuyordu benden! ah ellerimin sahibi, sen bile benle olmayı göze alamadın..


hayat boşluğunda savrulan uzay mekiği miyim ben? o halde kapsülümü bırakmak istemiyorum kanlı ellere.. bilmediğim yaşantıları bombalamaya gönderilen savaş uçağı mıyım? o halde güdümlü füzelerim bana kalsın.. iki yüzlü insanların üstünde eğleşen bulut ben miyim? o halde yağmur damlalarım akmasın yüzlere..


karşı tepelerin ardından doğan güneş ısıtıyor midemi, kurak.. bu beklenmedik bulantı neyin habercisi? sen misin gülümseyen en güzel gülüşlerle? fakat.. hayır, değişmişsin sen.. sevdiğinin değişmesi ne boktan! ben yokum sende.. eskisi gibi bak bana.. terli cesaretinle sev ellerimi.. neler değiştirdi seni? ne kadar masumdun oysa! olacağı buyduysa neden kaçtın ki ellerimden!

disconnectus erectus

düşler ülkesinde iki çocuk ayakkabısıydık

sen sağ ben selamet

yaşamak zorluydu, bilmiyorduk

neydi istenen sevgiden, anlamadık

eskitti bizi anlayamadıklarımız

atıldık eskiyen mutluluklar misali çöp tenekesine

yıkıntılardan çekip çıkaran bizi sokak çocuğu oldu

biliyordu

bir yaşantı düşerken bir başkası yükselirdi elbet

o kadar içten sevdik ki

minicik ayaklarına büyük geldik

ve hayat çıktı yuvarlanarak karşımıza

ve çocuk solaktı, bütün dışlanmışlar gibi

tepti savaşırcasına hayatı

ben fırladım

sen baktın arkamdan

tutunamadım...

me and you


film: me and you and everyone we know
müzik: michael andrews - me and you shoes

çağdaş masallar

dersler başlamadan, zorlu geçecek bir dönemin öncesinde izlemem gereken filmler vardı.. benim için eylül sinema günleri başlıyor:
- me and you and everyone we know (2005) (soner özışık'ın tavsiyesiyle)
- changeling (2008)
- waltz with bashir (2008)
- doubt (2008)
- milk (2008)
- inglourious basterds (2009) (beyaz perdede izleyeceğim filmdir.. hakkında yazarım)

deprem!

“ne garip duygu şu ölmek / öptüğüm kızlar geliyor aklıma” demiş ya nevzat çelik darağacına giderken, işte aynı masum yakarışlar asıldı boynuma deprem esnasında..
hep soylu ölümlerin hayalini kurarız ya hani; aşkı memnu izlerken ölümle yüzleşmenin hissettirdiği eziklik ne garip şeymiş! benliğinde bir anda beliriveren sevdiğinin engin okyanuslar misali daldığın gözleri ne garip şeymiş! babamın can korkusuyla yalınayak sokağa fırladıktan sonra çocuklarını hatırlayıp geri binaya dalması ne garip şeymiş! artık ölümlerden korkmadığını anlamak ne garip şeymiş! acıkınca evden domates&ekmek alıp sokağa fırlayan çocuğun artık büyüdüğünü farketmesi ne garip şeymiş! yağmurlu bir gecenin sabahında soluklanan gökyüzünün güneşin doğuşunu saklaması ne garip şeymiş!

gönül hicranla doldu..

su birikintisi üzerinden hızla geçip yayaları ıslatan araba sahibiyle istemsizce akraba olmuşumdur her daim.. herşeyden uzak, klimalı arabasının içinde türk sanat müziği dinlerken yaşadığı umursamazlık neyi gerektiriyorsa onu yapmışımdır.. fakat bugün çamurlu su birikintisinin olduğu hizada koltuk altında tuttuğu ekmeğiyle minibüs bekleyen baba ve zeki müren'den "şimdi uzaklardasın" dinleyerek keyifle yol alan beni birleştiren güç etme bulma dünyası değildir de nedir! ekmekli baba, gönül hicranla dolar elbet; ama sen yine de dikiz aynasından gördüğüm o küfürleri etmeseydin de, evde sıkıldığı için belki de hayvanlarını gezdirmeye çıkarmış ve beline kadar çamurlu suya batarak sel felaketiyle yüzleşmek zorunda kalmış bir kadının kocasının yerinde olmadığın için şükretseydin..

bayat

o akşam mp3 çalarımı yanıma alıp gezintiye çıktığımda olacaklardan habersizdim asdsfasdasdfasf.. hep böyle başlamak istemişimdir lan hikayelere.. çok da janjanlı görünmüyormuş.. her neyse.. anlatacağım yürek burkan hikayeye bu şekilde başlayarak duygu yüklü atmosfere en baştan sıçtığımın farkındayım.. fakat yazarın bütün çabası yaşadığı üzüntüyü okuyucunun da yaşamasını engellemek istemesinden ibarettir..

en ufak izlandaca bilmediğim için sözlerini anlamasam da ruhumu huzurla dolduran sigur rós şarkıları eşliğinde çağlayan derelerden hoplayarak, sevişen kurbağaların üstünden zıplayarak, konya ovası kırlarından papatyalar toplayarak niyazi bakkaldan aysti şeftali alıp gezintime devam etmek üzere yola koyuldum.. dinlediğim duru müziğin etkisi o kadar fazlaydı ki, anlamını bilmeden “ciiiiiğiiyyuuuuuuu” diye bağıra çağıra eşlik ediyordum şarkılara.. o anda hissettiğim duygu yoğunluğu thom yorke’un tabiriyle “dondurucu soğukta, ısıtıcı çalışırken bir land rover’ın içinde oturmak gibi”ydi.. esen lodosun etkisinde sallanan kavak ağaçlarının arasından uzaklardaki katedralin zemin katında mevzilenmiş niyazi bakkalın loş ışıklarını gördüğüm esnada mösyö de ramazan ve madam de fatma’nın bana doğru geldiklerini fark edip müziği durdurdum.. “mösyö de ramazan ve kıymetli eşi madam bugün nasıllar acaba?” diye yapmacık olmayan, neşeli bir ifadeyle nezaket icabı hatırlarını aldıktan sonra yoluma devam ettim.. tozlu patikalardan geçerken kirlenen ayakkabıma ilişti gözlerim.. artık eskidiğini, yeni ayakkabı almam gerektiğini fark ettim.. daha geçen hafta radar cezası ödediğim için alınacak yeni bir ayakkabıya yetecek paramın olmadığını biliyordum.. ruhumdaki huzur bu düşüncüler çemberine dolanıp bir anda üzüntü ve kedere dönüştü.. moralim bozuk bir şekilde niyazi bakkalın önüne geldiğimde cama iliştirilmiş bir not dikkatimi çekti: “bayat ekmek bulunur”.. bayat ekmek yiyen akılsızların da olduğunu şaşkınlıkla düşünerek içeri daldım.. mösyö niyazi plastik bardağa doldurduğu beyaz şarabını yudumlarken bir yandan da televizyonda shakespeare'in en ünlü eserinden uyarlanmış “romeo ve juliet” dizisini izlemekteydi.. mösyöye selam verip ben de izlemeye koyuldum diziyi.. önceki bölümlerini bilmediğim için konuyu anlamadığımı fark eden mösyö, romeo’nun juliet’in dudaklarındaki zehirden tadıp sevdiceğine kavuşmak için juliet’i öptüğünü, sevgilileri baygın halde bulan arkadaşlarının 112 acil yardımı arayarak ambulansla hastaneye yetiştirdiklerini ve bu sebepten şu an yoğun bakımda tutulduklarını anlattı umarsızca.. son zamanlarda ne çok uyarlama dizi yapılıyor diye düşündüğüm sırada içeriye yaşlı bir amca girdi.. saçları ağarmış, temiz yüzlü fakat kıyafetleri yamalı bir dilenci görünümündeydi.. kanımı donduran bir utangaçlıkla ve ağlamaklı bir sesle “evladım bayat ekmeklerden bana biraz verir misin” diye sordu.. mösyö niyazi, amcaya taze ekmeklerin daha tükenmediğini, eğer isterse onlardan verebileceğini söyledi.. iyi niyetinin ışıltıları yüzüne yansımış bu amcanın verdiği cevap balyoz gibi indi beynime: “taze ekmek alacak hiç param yok ki evladım”.. yaşadığım şokun etkisiyle amcanın bayat ekmekleri alıp öylece uzaklaşmasını hiç kıpırdamadan ve yanaklarımda süzülen yaşlarla izledim.. dizinin etkisi altında bulunan mösyö benim o durumumu fark etmemişti.. hiçbir şey söylemeden bakkaldan çıktım ve koşarak uzaklaşmaya başladım katedralin arkasındaki dağlara doğru.. bir yandan koşuyor bir yandan ağlıyordum.. yeteri kadar param olmadığı için alamadığım ayakkabıya üzülmeye hakkım var mıydı?

gitmek

ellerim düştü
onun elleri
ah hayır
üzülme anne
barış yakındır
acıtmıyor
yol alıyorum
bak
bulutlarla oynuyorum
kırlangıçlarla itişiyorum
göç başlamış
sonbahar olmalı

denizanası

-deniz anasından geriye kalan kabuslarla dolu bir gece!
-gece kadındır madam!
-şu sessizliğe bakın!
-evet, insanın tamamiyle mutsuz olmasına imkan yok burada..


madam bovary

tarihin arka odası'nı izlediğim esnada okunan bir mailde izleyicilerden biri pelin batu'nun saç modelini çok beğendiğini ve madam bovary'yi oynaması gerektiğini yazmış.. pelin batu da bir zamanlar yine gustave flaubert'in (fılağber diye okunuyor, sakın ha fılağbert diye okuyarak rezil olmayasınız) yazdığı ve yine kocasını aldatan bir kadını oynadığını söyledi.. bütün bunların üzerine o anda madam bovary hakkında küfür mahiyetinde sayfalar dolusu yazılar yazma isteği uyandı bende..

emma bovary, aşağıda açıklık getireceğim sebeplerden dolayı bende nefret uyandıran bir karakter.. "madam bovary benim" dediğin için bir ara senden de tiksinmiştim flaubert.. ama "madam bovary'yi yazarken kendimi çok fazla düzüşmüş bir adam gibi hissediyorum, aynı kendinden geçmişlik, aynı dermansızlık.” dediğin için de feci saygı duyuyorum sana.. o zamanlar (1851-1856) senin de etrafında emma gibileri çokçaydı ve bunları anlatıyor olmak eminim dediğin kadar zevkle dolu olsa gerek..

bana göre emma burjuva özentisi, vurdumduymaz, bencil, ezik ve aptal bir karakterden fazlası değil.. emma'nın rastlantı sonucu katıldığı bir burjuva balosuna verdiği gereksiz önemi flaubert şöyle anlatmış: "emma için bu balonun anısı, hep zihnini kurcalayan bir şey oldu. her çarşamba günü sabahleyin uyanırken, "hah! sekiz gün önce... on beş gün önce... üç hafta önce oradaydım." diyordu kendi kendine.".. emma, doyumsuz günümüz insanları için de ayna niteliğinde aslında.. kocasını aldatıp, iflasa sürükledikten sonra küçük çocuğunu da geride bırakarak intihar etmesi emma'daki doyumsuzluğun onu nasıl sonsuz boşluğa sürüklediğinin acı göstergesi.. elde edemediği herşey onda gereğinden fazla merak uyandırıyor.. emma evlenmemiş olsaydı -eminim- yine de mutsuz olurdu.. bu sefer de evliliğin ne kadar da harika olduğunu tahayyül ederek meraklanır ve evlenmek isterdi.. rodolphe ile kaçabilseydi uzaklara eğer, bir süre sonra sıkılırdı ondan ve başka adamlara yönelirdi.. nam-ı diğer kaşar düpedüz.. kocası charles başarılı bir doktor olsaydı da emma, hep daha fazlasını isterdi ve bu adamla evlendiğine lanet ederdi yine.. baştan beri anlatmaya çalıştığım emma'nın doyumusuzluğunu flaubert, eşsiz edebi yeteneğiyle çok güzel özetlemiş: "bir yerde güçlü kuvvetli, yakışıklı bir ruh, melek kılığına girmiş bir ozan yüreği, şiirlerini göklere yükselten tunç telli bir saz varsa, ne diye raslantı sonucu gelip emma'yı bulmasındı? ama, hiçbir şey, bir araştırma yapmanın zahmetine değmiyordu; her şey yalandı çünkü! her gülümseyiş sıkıntılı bir esneme, her sevinç bir lanet, her zevk bir tiksinti gizliyordu; en güzel öpüşler bile insanın dudaklarında, daha yüksek bir şehvetin gerçekleştirilemeyen isteğinden başka şey bırakmıyordu.".. son cümle aslında emma gibilerin farketmek istemediği hastalıklarının yazıya dökülmüş halinden başka birşey değil.. birbirlerine saygıyla ve aşkla bağlı iki insanın uzun süreli ilişkisi bittiği zaman şaşırmamalısınız.. herşey flaubert'in koyulaştırdığım cümlesinde gizli..

sonuç olarak "içimde dolduralamayan bir boşluk var"cılara ben derim ki: mutlu olmanın yolu arzularımıza bir noktada dur diyebilmekten geçiyor..

rüya

uykudan yeni uyanmış karınca misali
saflık havuzunda yürüyorum, rastlantısal;
ve örgütlenmiş şehvetle dolduruyorum silahımı.
merhametimi taciz eden ağustos böceklerine inat
ayçekirdeği taşır gibi taşıyorum seni içimde.
yolda rastladığım uzaylının selamını getiriyorum öpülesi sol omzuna..

in you i'm lost..

etrafta "no more radiohead albums says frontman thom yorke" haberleri dolanadursun, grup teker teker şarkılar yayınlayıp nabzımın kontrolünü elinde tutmaya devam ediyor.. 1. dünya savaşının yaşayan son gazisi olan ve 25 haziranda 111 yaşında hayatını kaybeden "harry patch" adına bir şarkı yayınladılar önce.. ( grubun myspace sayfasından dinlenebilmekte..) sonra bana göre çok iyi olmayan ama yine de her türlü gideri olan "these are my twisted words" diye bir şarkı koydular grubun resmi internet sitesine.. (dosyanın içinde yer alan görülmeye değer twisted woods pdfsi de dahil şarkı şurdan indirilebilmekte).. en son thom'un tek başına gitarıyla söylediği yepyeni radiohead parçası "the present tense"in konser kaydı geçti elime.. izlemeye koyuldum.. şarkının etkisiyle başlarda duyulan seyirci seslerinin kesildiğini, herkesin suspus olduğunu, o anda tek yaşayan canlının thom olduğunu gördüm, thom'un dukak bükmelerinin etki alanından kurtulduğum bir anda.. gitardan çıkan melodiler thom'un o derbeder sesiyle bütünleşince kendimi kaybettim yeniden.. "i am doing no harm" derken thom'un yüzü öyle bir ifade aldı ki "ben kefilim, bu adamdan hiçbir zarar gelmez" diye çığlık atmak istedim.. su üstünde dans ediyormuş gibi bir hisle izlemeye devam ettim.. en sonunda ağlamaklı "in you i'm lost" haykırışlarına karşı koyamadım ve ağlayarak bağıra çağıra umarsızca koşmak istedim thom'a doğru.. izleyenlerin alkışlarıyla kendime geldiğimde odada benden başka kardeşimin de olduğunu farkettim.. yatağına uzanmış kitap okuyordu, görmemişti beni o halde.. kulaklığımı çıkardım.. ramazan davulcusu geçiyordu.. evet, şarkıda kaybolmuştum..

sonbahar

biri kanadı kırılmış bir devrimci, öteki kirletilmiş bir gürcü fahişe.. birinin hayalleri ötekinin yolları üzerine devrilmiş:
"sen şimdiki zamanda yaşamıyorsun sanki. rus romanlarından kaçmış gibisin... yusuf, ne düşünüyorum biliyor musun? keşke herşeyi geride bırakıp uzun bir yolculuğa çıkabilseydik seninle.."


elka ve yusuf arasındaki şefkat ve şehvetin bu kadar birebir ve tutkulu anlatımı, mesneviden bir hikayeyi anımsattı bana.. tutunamayanların hikayesi:
"bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar, yol kenarında. hayli merak eder, bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. biri karga, biri leylek... o kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle. yaklaşır ve merakla inceler kuşları. ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. o zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar. o zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan. topal kuşlar birbirlerinin arızalarını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine. en sahici birliktelikler ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir, uçar. ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran."

ustaçırak

bir sabah beşiktaş - kadıköy vapuruna binip seferler sona erene dek orada eğleşmek istiyorum.. vapur hayatı, istanbulda aşkı yakaladığım ender kültürlerden birisi.. kız kulesinin yanından geçerken şahit olduğum simit ve çay birlikteliğinden aldığım haz, sevgilime aldığım papatyanın kokusu gibi dağılır vücuduma.. çay bütün fedakarlığıyla simit için tüketince kendini, simitten arta kalan aşk kırıntılarını hikayeme eşlik eden martılara fırlatırım.. farklı beklentilerle yola koyulmuş etrafımda kümelenmiş insan yığınıyla denizin ortasında baş başa olma durumu, bende garip bir şekilde empati kurma zorunluluğu doğurur.. evde sıkılan minik kızını gezdirmeye çıkarmış anne olurum ve kadıköyde alacağım pamuk şekerin onu nasıl da sevindireceğini hayal ederek neşelenirim.. işine geç kalmış alnı terli emekçi olurum ve patrona nasıl hesap vereceğimin derdine düşerim.. sevgilisiyle buluşmaya giden saçı jöleli genç olurum ve aldığım şirin defterin onu mutlu edeceğini düşünerek şapşalca sırıtırım.. kulağında kulaklığıyla okul çıkışı evine dönen liseli olurum ve bugün ilk kez gördüğüm, daha adını dahi bilmediğim kıza namzet bir prens olduğuma karar veririm fonda "küçük prens" çalarken.. telefonda kızıyla bağıra çağıra kavga eden kadın olurum ve insanların benim için düşündükleri kötü anne imajı yüzümü kızartır.. üç saatlik "probability" finalinden çıkmış üniversiteli olurum ve dün geceyi ders çalışarak geçirmişliğimin verdiği uykusuzlukla hayvanca esnerim.. en sonunda tüm bu duyguları bir anda yaşamanın verdiği huzurla açarım kitabımı ve dalarım şairler aleminin büyüleyici şatosuna.. işte yine böyle bir vapur maceramda küçük iskender'in şatosunda gezinirken bir şiir çıktı karşıma.. öyle bir şiir ki yakama yapıştı, bırakmadı beni.. ne geri gelebiliyordum ne de az ileri hamle yapabiliyordum.. sayfayı çevirip devam edemedim gezinmeme.. devam edersem eğer, yazılmışa çok büyük ayıp edeceğimin farkındaydım.. ne kadar gün aynı sayfada kaldı kitap arası, hatırlamıyorum doğrusu.. bu şiir benim kutsalım:

"Ölüm mü, ölüm, hayatın gençken çektirdiği yakışıklı resimler
hafif bir gülümseme yerleşmiş mavi taş çeşme gözlerine
içelim, diyor / yağmurun terkettiği manitadır gökyüzü!
Öyle çok ki imgeleri, şaşkınlığa düşüyorum
- Abi, diye fısıldıyorum rakı kadehi kanyonundan,
hiç mi sevdalanmadın sen? Duruyor: Biri vardı elbette, diyor
Sen ortaya bir karışık salata daha söyle, şöyle rast makamı bir salata
Gecenin Orhan'ları, Ferdi'leri, Müslüm'leri gibidir bak yıldızlar!
Sen daha gençsin, çükünden önce sustalı tuttun
bekaret kanından önce haybeci kanı gördün!
Benden sana nasihat oğlum
sevdiğini anladın mı çekip vuracaksın hiç acımadan: Aleme namın,
kullandığın aletin şık ışıltılarıyla çığ gibi bir aşkla inecek!
Dinecek göğsünde dört başı mamur bir şimşek gibi dolanan hiddet!
Sevdiğimin gözleri.. Hükümet gibiydi!
Sevdiğimin elleri.. Anlatsam, ellerinden utanırsın!
Sevdiğimin elleri.. Ellere yağmur olup gitti!
Harcadım Allah seni inandırsın...
Kan ağladım, kan tükürdüm, kan yutkundum günlerce...
Onyıl yattım mapushanelerde, bambaşka alemlerin parlak güvertesinde!
Sen ortaya bir büyük daha söyle, şöyle.. Boş ver lan, ağlama!"

Küçük İskender

ücra ormanlarda bir haz vardır..

izledikten sonra uzun süreli etki bırakan filmlerin sayısı parmakla sayılabilecek kadar azdır bende.. "Into The Wild", bu filmlerden biri işte.. gerçek bir hayat hikayesini anlatmasından ziyade kişinin kendini doğaya vurması ve geçmişiyle birlikte insanlığı sorgulaması ilgimi cezbeden bir yönelimdir zaten.. hatta bir kaç kere Christopher McCandless'e özenip herşeyi geride bırakıp memleketimin ücra köşelerine kaçmışlığım vardır..neyse.. daha fazla filmle ilgili zırvalayıp izlemeyenlerin heyecanını kaçırmak istemem.. asıl anlatmak istediğime geleyim.. filmi izledikten sonra bazı bazı düşünür oldum ve şimdi mutluluk için gereken şeyi bulduğumu düşünüyorum:

taşrada, iyilik yapılması kolay olan ve kendilerine iyilik yapılmasına alışkın olmayan insanlara faydalı olma ihtimaliyle sessiz gözlerden uzak bir yaşam.. ve birilerine fayda sağlayacağı umulan bir iş; sonra dinlence, doğa, kitaplar, müzik ve komşu sevgisi.. ve tüm bunların üstüne iyi bir eş ve belki de çocuklar.. bir erkek hayattan daha başka ne ister ki?


Back to Home Back to Top yağmur sonrası... Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.