bayram gelini


mükemmel çizgileri var yüzünün
gözlerim gözlerine değince fark ediyorum
aşkla ve hüzünle yoğrulmuş çizgiler bunlar.
elmacıklarının hemen altından geçen çizgiler.
memleketimin ovaları kadar sınırsız,
radiohead şarkıları kadar dokunaklı
ve aşkımız kadar ulaşılmaz çizgiler.
güzelliğinde yok olduğum çizgiler.
aşık olduğum çizgiler.

gönül kervanı

Rumi, “Medinetü’l-Evliya” sıfatını verdiğinden beridir nice insanlar gelip geçer şehrimizden. Kimileri başı çeker medeniyet kervanında, kimileri ortalarda eğleşir, kimileriyse dal budağa takılıp kalırlar arka saflarda. Yeryüzünün en mübarek diplerinde yürür kervanımız. Mezarımızdaki toprak sayısınca yağmur yağar. Asırlardır okunamamış, İskenderiye’de kaybolmuş el yazmalarını taşır katırlarımız. Epik diyarlardan düşen akşamların diliyle; ekinlerimizden filizlenen kan, yağan yağmurdan gelen haber hep ziyan, satırlarımızda gezinen tembellik hiç başlamamış olan savaşımıza özlemden.

Bu kervan ne cehenneme, ne de cennete yürür; kıyamete yürüyor bu kervan, nurdan bir ışık gibi parlayan içimizdeki sıkıntıyla hesaplaşmaya yürüyor; en uzak yağmur bulutlarının içinden düşmeye, tatlı uykularındaki düşperestleri uyandırmaya, tarihin yazmadığı zaferlerden yorgun düşmüş mücahitleri içine çekildikleri bozkırdan çağırmaya yürüyor bu kervan. Kuzey rüzgarları esen memleketimin çatlamış dudaklarına su vermeye gidiyor bu kervan.

Zaman, bu kervanda başı çekmenin zamanı. Zaman, memleket ruhunu yaşatma zamanı. Zaman boş verme zamanı değil; emek verme, kulak verme, bilgi verme zamanı. Zaman sevme zamanı. “Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.” demiş ya şair; yalan! Memleketinin çatlamış topraklarına ayakların değdiğinde sevmeye başlayacak ruhun. Ruhunla seveceksin; çünkü olur ya kalp ölür, akıl unutur, fakat ruhun baki kalır. Güzelliklerde yarışmaya davet edilen bir ümmetin insanları olarak seveceğiz memleketimizi. Şöyle bir doğrulacak, tozlu yollarına basa basa koşacak, omuz omuza çoğalacağız. Parmak ile sayamayacaklar bizi. Kırmak ile tükenmeyeceğiz. Başkentlere yaraşır şekilde yaşayacağız. Çünkü unutma, bir başkent her zaman başkenttir.

estetiğimiz başkadır bizim. 2









kar tanesi


kar tanesi tedirginliği... terlemiş avuçlarına yağarken hissettiğim duygu bu.

aşktan mıdır? - yorgunluktan mı?

Kapitalizm ve Modernizm'e İslami Cihetten Bir Bakış

"Bugünün Müslümanları için, artık mahiyet olarak bir dönüşüm geçirmiş olmasının neticesinde ortada kendile-rine ait bir “hayat evreni” kalmadığından, bu defa başlangıçta, modernite ile karşılaştıklarında yaptıklarının tam tersinden bir faaliyet içinde bulunmaktadırlar. Yine Kur'an ve Sünnet'e başvurmakta, fakat bu defa onların imkânları ile mevcut/modern hayat evrenin “İslamîleştirme”ye çalışmaktadırlar. Bunun neticesi olarak dünkü Müslüman'ın sahip olduğu zihniyet ile inşa etmiş olduğu “dünya” ve toplumsal “gerçeklik”, bugün aynı dinin sahipleri tarafından gerektiği nispette anlaşılamamaktadır.

Anlaşılmamanın temelinde yatan önemli sebebin, günümüz Müslüman-larının geçirmekte olduğu kapsamlı bir değişimdir. Modern dünyaya karşı ve karşı olma süreci içinde modern dünyanın giderek bir parçası olmanın yanında, mücadele boyunca seçmiş olduğu maddi ve entelektüel araçlarını her defasında “muhalifinkine bakarak tanımlama”sının tabii neticesi olarak; günümüz Müslümanının köklü bir zihniyet değişimi yaşamakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu değişimin neticesi olarak; mevcut toplumsal ilişkileri, İslam'a ait değer ve hükümleri algılama ve yaşama biçimi giderek “dünden” farklılaşmaktadır. Mesela Müslüman bu gün, değişen “ben” bilinci/“nefsini yeni anlama kabiliyeti” sebebiyle, kendi ahlaki tutumundaki değişime paralel olarak oldukça derin bir “sahiplenme” arzusu taşımaktadır. Tüketim ya da global kültürün içselleştirilip benimsenmesi Müslümanları, hiçbir ahlaki ilke taşımayan “piyasa ekonomisi”nin hakim mantığına uygun düşecek şe-kilde, İslam'ı yeniden “üreterek” tüketime sunmalarını doğurmaktadır. Rızk anlayışının “Rezzak”tan ayrıştırılarak “bağımsızlaştırılması”; bilgi ve teknolojinin bir mahsulü olarak “iktisadi faaliyet” şeklinde kavramsallaştırılması; ahlakı çözmekte, daha doğru bir ifade ile ahlakın değişmez ve değişmemesi gereken değerlerinin içerik anlamlarını dönüştürerek göreceleştirmekte; bere-ket, kanaat, israf ve bunların neticesi olan fakat şeytanın asla sevmediği mütevaziliği anlamsız ve işlevsiz kılarak hayatın dışına kovmaktadır.

Bugün Müslümanlarda aslolan toplumsal faaliyetin artık iktisadi faaliyet olduğuna; sanki “darlık ve genişlikle imtihan” edilmeyeceklermiş gibi, sıkıntıların temelinde her şeyden önce maddi imkânsızlıklar bulunduğuna yönelik bir inanç giderek kuvvet kazanmakta; başarının ölçüsü “takva” olmaktan çok, ekonomik ya da modern idealler ve gayeler bağlamında değerlendirilmektedir. Günümüzde Müslü-manlar—en azından azımsanmayacak bir kesimi—kalkınma, gelişme dolayı-sıyla “ilerlemeyi” hedef alan bir “iktisat” anlayışı ile öne çıkmaya başlarken; çok şey ekonominin gözlükleri ile anlamaya ve anlatılmaya çalışılmaktadır. Böylece dinin/İslam'ın ve özellikle “takva”nın aracılığı ile “toplumsal evren”i anlamaya çalışma dönemi, modern idealler, değerler ve hedeflerin belirleyiciliği altında giderek arkeolojileşmiş kültürel bir kalıntıya dö-nüşmektedir. Buna ilave olarak Kemalizm'in uygulaya geldiği sürekli baskıyı Müslümanlar, yaptıklarının doğru ve İslam'a uygun bir işareti olarak değerlendirmekte, neticede İslam'a ilişkin iddialarının büyük çoğunluğunu modernitenin lehine çözüme kavuşturduklarını gözden kaçırmaktadırlar. Müslüman kendi idrak dünyasında İslam'ı, modernite ile aynı “kulvarda” koşuya soktuğundan; artık “muhalif” yani modern güçler ile baş edebilmek Müslümanların sadece ekonomik cihetten güçlü olmaları lazım geldiği şeklinde anlaşılmakta; sanki bu din parası olanın parasını korumak için—haşa—gelmiş gibi, enflasyon oranı kadar faizin “helal” olabileceği söylenebilmekte; sınıf değiştirme özlemi içindeki yeni kültürün bir kısım Müslümanları ise; modernitenin “muska”ları olan kredi kartlarına artık akrabalarından, mümin kardeşlerinden daha çok güvenebilmektedirler. Bütün bunlar Müslüman'ın idrak dünyasını parçalamakta; zihninde İslam'a ait ahlaki değerleri, normları, hükümleri alt üst ederek onların içerikte değişime uğramasına ve anlam kaymasına sebebiyet vermektedir. Halbuki biz güzelliklerde yarışmaya davet edilen bir ümmetin insanlarıyız; nihayette adı “rızk” olarak kavramsallaştırılan bir faaliyet için “insan insanın kurdudur” şeklinde, re-kabet içinde olmak zorunda değiliz. İnsan rızkı için hep mücadele etmiştir ve hep edecektir; fakat kapitalist/liberal ekonominin bize bir mecburiyet olarak göstermeye çalıştığı rekabetçiliğin, İslam cihetinden bir meşruiyeti bulunmamaktadır. Bu rekabetin her şeyden önce İslam'ın ahlak ilkelerini kökten aşındıran bir hususiyeti bulunmaktadır."

Abdurrahman Arslan / Köprü Dergisi / Modern Dünyaya İtiraz ya da Rahmetin Elçisi Olmak

rodion romanoviç raskolnikov

yıl 1866. raskolnikov, razumihin, petroviç ve zamyotov, "suç"un doğası üzerine sosyolojik bir tartışma içerisindeler. ve bu esnada raskolnikov, iki ay önce periodiçeskaya reç gazetesinde yayımlanmış bir yazısını yorumluyor:

"...en eskilerden başlayıp, likurg, solon, muhammed, napolyon ve sonrakilerle sürüp giden insanlığın tüm kurucularının, yasa koyucularının, başka hiçbir nedenle değilse bile, yalnızca yeni yasalar koydukları, böylece de toplumun kutsal saydığı, babadan kalma eski yasaları çiğnedikleri için, ayrımsız hepsi birer suçluydular. doğaldır ki, bunların hepsi amaçlarına yardımı olacağına inandıkları anda kan dökmede (hatta bazen eski yasalara bağlılık duymaktan başka hiçbir suçu olmayan, tümüyle suçsuz insanların kanını dökmede) duraksamamışlardır. hatta çok ilginçtir; bu iyiliksever, bu kurucu, yasa koyucu insanların çoğu büyük birer kan dökücüdür. kısacası ben buradan şu sonuca varıyorum: büyükler bir yana, toplum içinde birazcık sivrilen, yani topluma söyleyecek birazcık yeni birşeyleri bulunanlar, doğaları gereği, tabii kimi az, kimi çok, birer suçlu olmak zorundadırlar. tersi durumda zaten sivrilmelerine olanak yoktur; öte yandan sürünün içinde kalmayı da yine doğaları gereği kabul edemezler, ki bence de kabul etmemek zorundadırlar..."

salt güzellik


yıldız hamidiye cami kubbesi

maria puder ölmedi.

araba kornalarının oluşturduğu sis bulutunun içinde bir kadın, yeni evlenmiş gelin sadeliğindeki bakışlarını kaldırım taşlarına odaklamış bekliyordu. beyaz örtülü bu kadının yakınından geçenler kalp çarpıntılarıyla yaşadığı heyecanı hisssediyorlar, kafasına düşen elmanın hikmetini kavramış newton misali gülümsüyorlardı. içine düştüğü heyecan, kadının vücut ısısını artırıyordu. saniyeler ilerledikçe terliyor, terledikçe buharlaşıyordu. kadın, şalını hafifçe araladı. saatine baktı. bulunduğu yere geldiğinden beri on beş dakika geçmişti. gözlerini tam karşısına dikti. o anda kadının bakışlarını görebilseydiniz eğer, gözlerindeki umut dolu bekleyişe de şahit olabilirdiniz. gelen giden yoktu. cüzdanını koyduğu yeri unutmuş bir insanın aniden hatırlaması gibi bir hareketle çantasına uzandı. bir dergi çıkardı ve yatışmaya başlayan, daha doğrusu dönüşmeye başlayan, heyecanından kurtulmak için okur gibi yaptı. zaman geçtikçe heyecanın yerini yavaş yavaş hayal kırıklığı alıyordu. bir müddet o halde kaldıktan sonra sıkılmış kafasını yeniden kaldırdı ve bakışlarını tam karşısına çevirdi. görünmez olup kadının tam karşısında durabilseydiniz eğer, sağ gözündeki kırmızı sol gözündeki sarı farların yansımasından akşam olduğunu anlar, zamanın epey ilerlemiş olmasından telaşa düşerdiniz. şu kısacık yarım saatte kadın ruhunun nasıl doğup, büyüyüp, olgunlaşıp ve en sonunda ölmeye yüz tuttuğuna şahit olur, elinizden bir şey gelmediğine lanet ederdiniz. fakat etmeyin. umutların neredeyse tükendiği bu noktada kadının uzakta gördüğü bir silüet, düzleşen ağzınının kenarlarını yükseltmiş, kanındaki seratonin miktarını artırmıştı. elleri, mavi gömleğinin üstüne giydiği siyah ceketinin ceplerinde bir adam, kadınına doğru adımlıyordu. kadını diyorum, çünkü duyguları üzerinde bu denli etkiye sahip bir adam için onu bekleyen bu insan, kadınından başkası olamazdı. kavuşma ritüelinin klasikleşmiş monotonluğuna rağmen kısacık zamanda olup biten bütün o bakışmalar, bütün o hissedilenler, bütün o mimikler iki insanın birbirine şeksiz ve şüphesiz bağlandığının güçlü kanıtlarıydı. siyah ceketli adam kadınına yaklaşmanın verdiği güçle daha da hızlandı. ve sonunda ellerini ellerine aldı.
- "özür dilerim maria. trafik öyle kötüydü ki!", dedi adam.
kadın işaret parmağını ağzına götürdü. anın tadını bozmak istemiyordu elbette. bozmadı da. ağzından tek bir kelime çıkmadı. kollarını adamın geniş omuzlarına doladı. başını göğsüne yasladı ve erkeğinin kokusuyla, o en çok özlediği şeyle doldurdu ciğerlerini. adam kadınının örtüsüne dayadı burnunu. başına kondurduğu minik buselerle doyuruyordu ruhunu, belliydi. maria etrafındaki gürültüyü duymuyordu artık, tek hissettiği erkeğinin kalp atışlarıydı. kendisi için atan bu kalbi o kadar çok seviyordu ki "elimden gelse söküp içime alabilirim." diye düşündü. bir müddet öyle kaldılar. neden sonra:
- "raif, sana öyle aşığım ki, yandıkça kül oluyorum. fakat bu iyi bir şey. çünkü kül oldukça çoğalıyorum." dedi maria.
ağzını açıp konuşmasına devam edeceği esnada telefonu çaldı. içini müthiş bir korku kapladı. bu korku suda dağılıveren kahve tozları gibi dağılıverdi bütün vucuduna. olacakları tahmin edebiliyordu. fakat bunları zihninde canlandırmamak için elinden geleni yapıyordu. kısa süren bu çaba anında ürperdiğini hissetti. elini çantasına attı ve telefonunu çıkardı. arayan bakıcıydı:
- "alo! maria, hemen almanya'ya dönmelisin! kocan fenalaştı." dedi sarı sesli kadın.
- "fakat... tamam, hemen geliyorum." dedi maria.
telefonu çantasına koyarken bakışları raif'in ellerinde dolaştı. bileklerinin etrafındaki tüyler; başka hiç kimsede olmayan, sadece ona ait olan. "çok güzeller!" diye geçirdi içinden. erkeğinin güzellikleriyle sarhoş olup kaderinden sıyrılmak istiyordu. ama yapamadı. ellerini raif'in ellerine verdi. sağ gözündeki tek damla yaşı silmeden raif'in gözlerinin içine baktı. nasıl diyebilirdi ki? diyemedi:
- "raif, ben şimdi gidiyorum. ama ne zaman çağırırsan gelirim." dedi.

muvaffakiyetler!

bebek arabasında kirlenmiş ruhlar taşıyordu güneş dövmeli kadın.
bir oyun var bu arabanın içinde, kaldır kafanı bak.
sahibinin ayaklarına sarılmış gösteriş orospusu halk.
kaç,
kurtar saçlarını.
yine de bahtın açık, kara giyinenler sahnedeler.
alkışlar "hayır"lara, tribünler hınca hınç.
uzak değil
paslanmış hayallerine saydıran bir oğlan var,
metanın köpeği olmuşlara köpek olmuş bir oğlan.
üç kuruşa beş köfte eder de
beş para etmez mi yürek?

dublörün dilemması


çehov'un "bir sahnede silah göründü mü mutlaka patlamalı!" sözüne istinaden, kitabının kapağında silah gösterip sayfalarını kana bulayan bir yazar murat menteş.. "dublörün dilemması" öyle bir kitap ki, imgesel anlatımla hoşbeş eden parlak bir zekanın ürünü diyalogların oluşturduğu akıntıya kapılıp şu andan sıyrıldığınız vakit, maceranın çıkmaz sokağa doğru sürüklendiğini görüyor olsanız dahi kendinizi o maceraya dahil olmaktan alamazsınız.. bu noktadan sonra her nerde elinizdeyse kitap, gerçeklerin arasında kaybolmuş bir hayal kadar zevzek bir görüntü sergileyeceğinizden emin olabilirsiniz.. pulp fiction'ın yerli versiyonu tadında bir kurgunun içerisinde gezinirken size eşlik edecek bir soundtrack albüm de mevcut satırlar arasında.. attila ilhan'ın 21. yüzyıl romancılarının sinemayla yarışması gerektiğini söylerken kastettiği değer tam da böyle bir romandı kanaatimce..

dublörün dilemması soundtrack
dead can dance - yulunga
sammy davis jr. - keep your eye on the sparrow

tom waits - rain dogs

orhan gencebay - hayat kavgası

jefferson airplane - white rabbit

modest mussorgsky - pictures at an exhibition

leonard cohen - dance me to the end of love

deniz kızı eftelya - kadıköylü

erkin koray - sarhoş gibiyim

gönül yazar - çapkın kız

tanju okan - koy koy koy

smokie - i'll meet you at midnight
isaac hayes - shaft

mor ve ötesi şarkılarındaki "onlar" sorunsalı!

ayıp olmaz mı
atılır mıyız oyundan, benzemezsek onlara?
kapkara kapılar, sormuşlar onlara.

bazen
onlar masum duran o saklı sayfalar.

canlı yayın
ve sizler ve onlar ve ötekiler hiç hissetmez mi?

dişi zamiri
sen de onlar gibisin.

festus
sordum onları ne gerdi.
farklı olanlar onların derdi.

küçük sevgilim
onlar bilmez onlar bilmez.

pis
onlara kızmayın.
onlar farkında değil.

savaşa hiç gerek yok
kimlerdensin? onlardan mı? petrolden mi? hayattan mı?

uyan
sadece renkler vardı, sonra kayboldu onlar da.

yardım et
kimler yalansız ki onlar ağlasın.
kimler günahsız ki onlar saklasın.

1945
sene bin dokuz yüz kırk beş. onlar da hep insandılar.

does it make you feel

la blogotheque, dünyayı dolaşıp yerel grupların rastgele performanslarını kameraya alan bir oluşum.. türkiye'den post dial, yora ve gevende'yle çalışmışlar.. içlerinden beni en çok heyecanlandıran post dial'ın performansı oldu.. o gri atmosferde, damlaların arasından duyduğum davul ve gitar tonlarının flörtüne istanbul'un şahitlik eder haldeki görüntüsü her dem özlenen sevgili kadar çilekli duygular bıraktı damağımda..



http://en.blackxslivesound.com/2010/05/04/post-dial/

aşiyan


güneşi batırırcasına yavaş,
yokuş aşağı koşarcasına sabırsız,
bulutlara uçarcasına istekli
bir ruh halidir yaşadığım..
harflerin mürekkep kokulu karanlıklarından sıyrılıp
o günün aşiyan papatyalarını,
o günün kelimesiz papatyalarını,
o günün beyaz papatyalarını,
ve o papatyalar kadar beyaz, gülümseyen çehreni anımsarım..
bu anımsayış, bakışın kelimeleri dağıtması gibi
dağıtır toz bulutlarını aramızda yuvalanan,
ve fotoğrafımda görünmeyen gözlerin görünür olurlar..
benliğin sınırlı dünyasından kurtulur gibi
yazılarımdan kurtulup imgelemime düşerler..
bundan mütevellit, nerden bakarsam bakayım
her cümlede bir çift göz görürüm,
her noktada bir insan!

Back to Home Back to Top yağmur sonrası... Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.