madam bovary

tarihin arka odası'nı izlediğim esnada okunan bir mailde izleyicilerden biri pelin batu'nun saç modelini çok beğendiğini ve madam bovary'yi oynaması gerektiğini yazmış.. pelin batu da bir zamanlar yine gustave flaubert'in (fılağber diye okunuyor, sakın ha fılağbert diye okuyarak rezil olmayasınız) yazdığı ve yine kocasını aldatan bir kadını oynadığını söyledi.. bütün bunların üzerine o anda madam bovary hakkında küfür mahiyetinde sayfalar dolusu yazılar yazma isteği uyandı bende..

emma bovary, aşağıda açıklık getireceğim sebeplerden dolayı bende nefret uyandıran bir karakter.. "madam bovary benim" dediğin için bir ara senden de tiksinmiştim flaubert.. ama "madam bovary'yi yazarken kendimi çok fazla düzüşmüş bir adam gibi hissediyorum, aynı kendinden geçmişlik, aynı dermansızlık.” dediğin için de feci saygı duyuyorum sana.. o zamanlar (1851-1856) senin de etrafında emma gibileri çokçaydı ve bunları anlatıyor olmak eminim dediğin kadar zevkle dolu olsa gerek..

bana göre emma burjuva özentisi, vurdumduymaz, bencil, ezik ve aptal bir karakterden fazlası değil.. emma'nın rastlantı sonucu katıldığı bir burjuva balosuna verdiği gereksiz önemi flaubert şöyle anlatmış: "emma için bu balonun anısı, hep zihnini kurcalayan bir şey oldu. her çarşamba günü sabahleyin uyanırken, "hah! sekiz gün önce... on beş gün önce... üç hafta önce oradaydım." diyordu kendi kendine.".. emma, doyumsuz günümüz insanları için de ayna niteliğinde aslında.. kocasını aldatıp, iflasa sürükledikten sonra küçük çocuğunu da geride bırakarak intihar etmesi emma'daki doyumsuzluğun onu nasıl sonsuz boşluğa sürüklediğinin acı göstergesi.. elde edemediği herşey onda gereğinden fazla merak uyandırıyor.. emma evlenmemiş olsaydı -eminim- yine de mutsuz olurdu.. bu sefer de evliliğin ne kadar da harika olduğunu tahayyül ederek meraklanır ve evlenmek isterdi.. rodolphe ile kaçabilseydi uzaklara eğer, bir süre sonra sıkılırdı ondan ve başka adamlara yönelirdi.. nam-ı diğer kaşar düpedüz.. kocası charles başarılı bir doktor olsaydı da emma, hep daha fazlasını isterdi ve bu adamla evlendiğine lanet ederdi yine.. baştan beri anlatmaya çalıştığım emma'nın doyumusuzluğunu flaubert, eşsiz edebi yeteneğiyle çok güzel özetlemiş: "bir yerde güçlü kuvvetli, yakışıklı bir ruh, melek kılığına girmiş bir ozan yüreği, şiirlerini göklere yükselten tunç telli bir saz varsa, ne diye raslantı sonucu gelip emma'yı bulmasındı? ama, hiçbir şey, bir araştırma yapmanın zahmetine değmiyordu; her şey yalandı çünkü! her gülümseyiş sıkıntılı bir esneme, her sevinç bir lanet, her zevk bir tiksinti gizliyordu; en güzel öpüşler bile insanın dudaklarında, daha yüksek bir şehvetin gerçekleştirilemeyen isteğinden başka şey bırakmıyordu.".. son cümle aslında emma gibilerin farketmek istemediği hastalıklarının yazıya dökülmüş halinden başka birşey değil.. birbirlerine saygıyla ve aşkla bağlı iki insanın uzun süreli ilişkisi bittiği zaman şaşırmamalısınız.. herşey flaubert'in koyulaştırdığım cümlesinde gizli..

sonuç olarak "içimde dolduralamayan bir boşluk var"cılara ben derim ki: mutlu olmanın yolu arzularımıza bir noktada dur diyebilmekten geçiyor..

rüya

uykudan yeni uyanmış karınca misali
saflık havuzunda yürüyorum, rastlantısal;
ve örgütlenmiş şehvetle dolduruyorum silahımı.
merhametimi taciz eden ağustos böceklerine inat
ayçekirdeği taşır gibi taşıyorum seni içimde.
yolda rastladığım uzaylının selamını getiriyorum öpülesi sol omzuna..

in you i'm lost..

etrafta "no more radiohead albums says frontman thom yorke" haberleri dolanadursun, grup teker teker şarkılar yayınlayıp nabzımın kontrolünü elinde tutmaya devam ediyor.. 1. dünya savaşının yaşayan son gazisi olan ve 25 haziranda 111 yaşında hayatını kaybeden "harry patch" adına bir şarkı yayınladılar önce.. ( grubun myspace sayfasından dinlenebilmekte..) sonra bana göre çok iyi olmayan ama yine de her türlü gideri olan "these are my twisted words" diye bir şarkı koydular grubun resmi internet sitesine.. (dosyanın içinde yer alan görülmeye değer twisted woods pdfsi de dahil şarkı şurdan indirilebilmekte).. en son thom'un tek başına gitarıyla söylediği yepyeni radiohead parçası "the present tense"in konser kaydı geçti elime.. izlemeye koyuldum.. şarkının etkisiyle başlarda duyulan seyirci seslerinin kesildiğini, herkesin suspus olduğunu, o anda tek yaşayan canlının thom olduğunu gördüm, thom'un dukak bükmelerinin etki alanından kurtulduğum bir anda.. gitardan çıkan melodiler thom'un o derbeder sesiyle bütünleşince kendimi kaybettim yeniden.. "i am doing no harm" derken thom'un yüzü öyle bir ifade aldı ki "ben kefilim, bu adamdan hiçbir zarar gelmez" diye çığlık atmak istedim.. su üstünde dans ediyormuş gibi bir hisle izlemeye devam ettim.. en sonunda ağlamaklı "in you i'm lost" haykırışlarına karşı koyamadım ve ağlayarak bağıra çağıra umarsızca koşmak istedim thom'a doğru.. izleyenlerin alkışlarıyla kendime geldiğimde odada benden başka kardeşimin de olduğunu farkettim.. yatağına uzanmış kitap okuyordu, görmemişti beni o halde.. kulaklığımı çıkardım.. ramazan davulcusu geçiyordu.. evet, şarkıda kaybolmuştum..

sonbahar

biri kanadı kırılmış bir devrimci, öteki kirletilmiş bir gürcü fahişe.. birinin hayalleri ötekinin yolları üzerine devrilmiş:
"sen şimdiki zamanda yaşamıyorsun sanki. rus romanlarından kaçmış gibisin... yusuf, ne düşünüyorum biliyor musun? keşke herşeyi geride bırakıp uzun bir yolculuğa çıkabilseydik seninle.."


elka ve yusuf arasındaki şefkat ve şehvetin bu kadar birebir ve tutkulu anlatımı, mesneviden bir hikayeyi anımsattı bana.. tutunamayanların hikayesi:
"bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar, yol kenarında. hayli merak eder, bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. biri karga, biri leylek... o kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle. yaklaşır ve merakla inceler kuşları. ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. o zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, beraber yaşamaları beklenenlerin yanında tutunamayanlar. o zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan. topal kuşlar birbirlerinin arızalarını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine. en sahici birliktelikler ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir, uçar. ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran."

ustaçırak

bir sabah beşiktaş - kadıköy vapuruna binip seferler sona erene dek orada eğleşmek istiyorum.. vapur hayatı, istanbulda aşkı yakaladığım ender kültürlerden birisi.. kız kulesinin yanından geçerken şahit olduğum simit ve çay birlikteliğinden aldığım haz, sevgilime aldığım papatyanın kokusu gibi dağılır vücuduma.. çay bütün fedakarlığıyla simit için tüketince kendini, simitten arta kalan aşk kırıntılarını hikayeme eşlik eden martılara fırlatırım.. farklı beklentilerle yola koyulmuş etrafımda kümelenmiş insan yığınıyla denizin ortasında baş başa olma durumu, bende garip bir şekilde empati kurma zorunluluğu doğurur.. evde sıkılan minik kızını gezdirmeye çıkarmış anne olurum ve kadıköyde alacağım pamuk şekerin onu nasıl da sevindireceğini hayal ederek neşelenirim.. işine geç kalmış alnı terli emekçi olurum ve patrona nasıl hesap vereceğimin derdine düşerim.. sevgilisiyle buluşmaya giden saçı jöleli genç olurum ve aldığım şirin defterin onu mutlu edeceğini düşünerek şapşalca sırıtırım.. kulağında kulaklığıyla okul çıkışı evine dönen liseli olurum ve bugün ilk kez gördüğüm, daha adını dahi bilmediğim kıza namzet bir prens olduğuma karar veririm fonda "küçük prens" çalarken.. telefonda kızıyla bağıra çağıra kavga eden kadın olurum ve insanların benim için düşündükleri kötü anne imajı yüzümü kızartır.. üç saatlik "probability" finalinden çıkmış üniversiteli olurum ve dün geceyi ders çalışarak geçirmişliğimin verdiği uykusuzlukla hayvanca esnerim.. en sonunda tüm bu duyguları bir anda yaşamanın verdiği huzurla açarım kitabımı ve dalarım şairler aleminin büyüleyici şatosuna.. işte yine böyle bir vapur maceramda küçük iskender'in şatosunda gezinirken bir şiir çıktı karşıma.. öyle bir şiir ki yakama yapıştı, bırakmadı beni.. ne geri gelebiliyordum ne de az ileri hamle yapabiliyordum.. sayfayı çevirip devam edemedim gezinmeme.. devam edersem eğer, yazılmışa çok büyük ayıp edeceğimin farkındaydım.. ne kadar gün aynı sayfada kaldı kitap arası, hatırlamıyorum doğrusu.. bu şiir benim kutsalım:

"Ölüm mü, ölüm, hayatın gençken çektirdiği yakışıklı resimler
hafif bir gülümseme yerleşmiş mavi taş çeşme gözlerine
içelim, diyor / yağmurun terkettiği manitadır gökyüzü!
Öyle çok ki imgeleri, şaşkınlığa düşüyorum
- Abi, diye fısıldıyorum rakı kadehi kanyonundan,
hiç mi sevdalanmadın sen? Duruyor: Biri vardı elbette, diyor
Sen ortaya bir karışık salata daha söyle, şöyle rast makamı bir salata
Gecenin Orhan'ları, Ferdi'leri, Müslüm'leri gibidir bak yıldızlar!
Sen daha gençsin, çükünden önce sustalı tuttun
bekaret kanından önce haybeci kanı gördün!
Benden sana nasihat oğlum
sevdiğini anladın mı çekip vuracaksın hiç acımadan: Aleme namın,
kullandığın aletin şık ışıltılarıyla çığ gibi bir aşkla inecek!
Dinecek göğsünde dört başı mamur bir şimşek gibi dolanan hiddet!
Sevdiğimin gözleri.. Hükümet gibiydi!
Sevdiğimin elleri.. Anlatsam, ellerinden utanırsın!
Sevdiğimin elleri.. Ellere yağmur olup gitti!
Harcadım Allah seni inandırsın...
Kan ağladım, kan tükürdüm, kan yutkundum günlerce...
Onyıl yattım mapushanelerde, bambaşka alemlerin parlak güvertesinde!
Sen ortaya bir büyük daha söyle, şöyle.. Boş ver lan, ağlama!"

Küçük İskender

ücra ormanlarda bir haz vardır..

izledikten sonra uzun süreli etki bırakan filmlerin sayısı parmakla sayılabilecek kadar azdır bende.. "Into The Wild", bu filmlerden biri işte.. gerçek bir hayat hikayesini anlatmasından ziyade kişinin kendini doğaya vurması ve geçmişiyle birlikte insanlığı sorgulaması ilgimi cezbeden bir yönelimdir zaten.. hatta bir kaç kere Christopher McCandless'e özenip herşeyi geride bırakıp memleketimin ücra köşelerine kaçmışlığım vardır..neyse.. daha fazla filmle ilgili zırvalayıp izlemeyenlerin heyecanını kaçırmak istemem.. asıl anlatmak istediğime geleyim.. filmi izledikten sonra bazı bazı düşünür oldum ve şimdi mutluluk için gereken şeyi bulduğumu düşünüyorum:

taşrada, iyilik yapılması kolay olan ve kendilerine iyilik yapılmasına alışkın olmayan insanlara faydalı olma ihtimaliyle sessiz gözlerden uzak bir yaşam.. ve birilerine fayda sağlayacağı umulan bir iş; sonra dinlence, doğa, kitaplar, müzik ve komşu sevgisi.. ve tüm bunların üstüne iyi bir eş ve belki de çocuklar.. bir erkek hayattan daha başka ne ister ki?


Back to Home Back to Top yağmur sonrası... Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.