rodion romanoviç raskolnikov

yıl 1866. raskolnikov, razumihin, petroviç ve zamyotov, "suç"un doğası üzerine sosyolojik bir tartışma içerisindeler. ve bu esnada raskolnikov, iki ay önce periodiçeskaya reç gazetesinde yayımlanmış bir yazısını yorumluyor:

"...en eskilerden başlayıp, likurg, solon, muhammed, napolyon ve sonrakilerle sürüp giden insanlığın tüm kurucularının, yasa koyucularının, başka hiçbir nedenle değilse bile, yalnızca yeni yasalar koydukları, böylece de toplumun kutsal saydığı, babadan kalma eski yasaları çiğnedikleri için, ayrımsız hepsi birer suçluydular. doğaldır ki, bunların hepsi amaçlarına yardımı olacağına inandıkları anda kan dökmede (hatta bazen eski yasalara bağlılık duymaktan başka hiçbir suçu olmayan, tümüyle suçsuz insanların kanını dökmede) duraksamamışlardır. hatta çok ilginçtir; bu iyiliksever, bu kurucu, yasa koyucu insanların çoğu büyük birer kan dökücüdür. kısacası ben buradan şu sonuca varıyorum: büyükler bir yana, toplum içinde birazcık sivrilen, yani topluma söyleyecek birazcık yeni birşeyleri bulunanlar, doğaları gereği, tabii kimi az, kimi çok, birer suçlu olmak zorundadırlar. tersi durumda zaten sivrilmelerine olanak yoktur; öte yandan sürünün içinde kalmayı da yine doğaları gereği kabul edemezler, ki bence de kabul etmemek zorundadırlar..."

salt güzellik


yıldız hamidiye cami kubbesi

maria puder ölmedi.

araba kornalarının oluşturduğu sis bulutunun içinde bir kadın, yeni evlenmiş gelin sadeliğindeki bakışlarını kaldırım taşlarına odaklamış bekliyordu. beyaz örtülü bu kadının yakınından geçenler kalp çarpıntılarıyla yaşadığı heyecanı hisssediyorlar, kafasına düşen elmanın hikmetini kavramış newton misali gülümsüyorlardı. içine düştüğü heyecan, kadının vücut ısısını artırıyordu. saniyeler ilerledikçe terliyor, terledikçe buharlaşıyordu. kadın, şalını hafifçe araladı. saatine baktı. bulunduğu yere geldiğinden beri on beş dakika geçmişti. gözlerini tam karşısına dikti. o anda kadının bakışlarını görebilseydiniz eğer, gözlerindeki umut dolu bekleyişe de şahit olabilirdiniz. gelen giden yoktu. cüzdanını koyduğu yeri unutmuş bir insanın aniden hatırlaması gibi bir hareketle çantasına uzandı. bir dergi çıkardı ve yatışmaya başlayan, daha doğrusu dönüşmeye başlayan, heyecanından kurtulmak için okur gibi yaptı. zaman geçtikçe heyecanın yerini yavaş yavaş hayal kırıklığı alıyordu. bir müddet o halde kaldıktan sonra sıkılmış kafasını yeniden kaldırdı ve bakışlarını tam karşısına çevirdi. görünmez olup kadının tam karşısında durabilseydiniz eğer, sağ gözündeki kırmızı sol gözündeki sarı farların yansımasından akşam olduğunu anlar, zamanın epey ilerlemiş olmasından telaşa düşerdiniz. şu kısacık yarım saatte kadın ruhunun nasıl doğup, büyüyüp, olgunlaşıp ve en sonunda ölmeye yüz tuttuğuna şahit olur, elinizden bir şey gelmediğine lanet ederdiniz. fakat etmeyin. umutların neredeyse tükendiği bu noktada kadının uzakta gördüğü bir silüet, düzleşen ağzınının kenarlarını yükseltmiş, kanındaki seratonin miktarını artırmıştı. elleri, mavi gömleğinin üstüne giydiği siyah ceketinin ceplerinde bir adam, kadınına doğru adımlıyordu. kadını diyorum, çünkü duyguları üzerinde bu denli etkiye sahip bir adam için onu bekleyen bu insan, kadınından başkası olamazdı. kavuşma ritüelinin klasikleşmiş monotonluğuna rağmen kısacık zamanda olup biten bütün o bakışmalar, bütün o hissedilenler, bütün o mimikler iki insanın birbirine şeksiz ve şüphesiz bağlandığının güçlü kanıtlarıydı. siyah ceketli adam kadınına yaklaşmanın verdiği güçle daha da hızlandı. ve sonunda ellerini ellerine aldı.
- "özür dilerim maria. trafik öyle kötüydü ki!", dedi adam.
kadın işaret parmağını ağzına götürdü. anın tadını bozmak istemiyordu elbette. bozmadı da. ağzından tek bir kelime çıkmadı. kollarını adamın geniş omuzlarına doladı. başını göğsüne yasladı ve erkeğinin kokusuyla, o en çok özlediği şeyle doldurdu ciğerlerini. adam kadınının örtüsüne dayadı burnunu. başına kondurduğu minik buselerle doyuruyordu ruhunu, belliydi. maria etrafındaki gürültüyü duymuyordu artık, tek hissettiği erkeğinin kalp atışlarıydı. kendisi için atan bu kalbi o kadar çok seviyordu ki "elimden gelse söküp içime alabilirim." diye düşündü. bir müddet öyle kaldılar. neden sonra:
- "raif, sana öyle aşığım ki, yandıkça kül oluyorum. fakat bu iyi bir şey. çünkü kül oldukça çoğalıyorum." dedi maria.
ağzını açıp konuşmasına devam edeceği esnada telefonu çaldı. içini müthiş bir korku kapladı. bu korku suda dağılıveren kahve tozları gibi dağılıverdi bütün vucuduna. olacakları tahmin edebiliyordu. fakat bunları zihninde canlandırmamak için elinden geleni yapıyordu. kısa süren bu çaba anında ürperdiğini hissetti. elini çantasına attı ve telefonunu çıkardı. arayan bakıcıydı:
- "alo! maria, hemen almanya'ya dönmelisin! kocan fenalaştı." dedi sarı sesli kadın.
- "fakat... tamam, hemen geliyorum." dedi maria.
telefonu çantasına koyarken bakışları raif'in ellerinde dolaştı. bileklerinin etrafındaki tüyler; başka hiç kimsede olmayan, sadece ona ait olan. "çok güzeller!" diye geçirdi içinden. erkeğinin güzellikleriyle sarhoş olup kaderinden sıyrılmak istiyordu. ama yapamadı. ellerini raif'in ellerine verdi. sağ gözündeki tek damla yaşı silmeden raif'in gözlerinin içine baktı. nasıl diyebilirdi ki? diyemedi:
- "raif, ben şimdi gidiyorum. ama ne zaman çağırırsan gelirim." dedi.

muvaffakiyetler!

bebek arabasında kirlenmiş ruhlar taşıyordu güneş dövmeli kadın.
bir oyun var bu arabanın içinde, kaldır kafanı bak.
sahibinin ayaklarına sarılmış gösteriş orospusu halk.
kaç,
kurtar saçlarını.
yine de bahtın açık, kara giyinenler sahnedeler.
alkışlar "hayır"lara, tribünler hınca hınç.
uzak değil
paslanmış hayallerine saydıran bir oğlan var,
metanın köpeği olmuşlara köpek olmuş bir oğlan.
üç kuruşa beş köfte eder de
beş para etmez mi yürek?

dublörün dilemması


çehov'un "bir sahnede silah göründü mü mutlaka patlamalı!" sözüne istinaden, kitabının kapağında silah gösterip sayfalarını kana bulayan bir yazar murat menteş.. "dublörün dilemması" öyle bir kitap ki, imgesel anlatımla hoşbeş eden parlak bir zekanın ürünü diyalogların oluşturduğu akıntıya kapılıp şu andan sıyrıldığınız vakit, maceranın çıkmaz sokağa doğru sürüklendiğini görüyor olsanız dahi kendinizi o maceraya dahil olmaktan alamazsınız.. bu noktadan sonra her nerde elinizdeyse kitap, gerçeklerin arasında kaybolmuş bir hayal kadar zevzek bir görüntü sergileyeceğinizden emin olabilirsiniz.. pulp fiction'ın yerli versiyonu tadında bir kurgunun içerisinde gezinirken size eşlik edecek bir soundtrack albüm de mevcut satırlar arasında.. attila ilhan'ın 21. yüzyıl romancılarının sinemayla yarışması gerektiğini söylerken kastettiği değer tam da böyle bir romandı kanaatimce..

dublörün dilemması soundtrack
dead can dance - yulunga
sammy davis jr. - keep your eye on the sparrow

tom waits - rain dogs

orhan gencebay - hayat kavgası

jefferson airplane - white rabbit

modest mussorgsky - pictures at an exhibition

leonard cohen - dance me to the end of love

deniz kızı eftelya - kadıköylü

erkin koray - sarhoş gibiyim

gönül yazar - çapkın kız

tanju okan - koy koy koy

smokie - i'll meet you at midnight
isaac hayes - shaft

mor ve ötesi şarkılarındaki "onlar" sorunsalı!

ayıp olmaz mı
atılır mıyız oyundan, benzemezsek onlara?
kapkara kapılar, sormuşlar onlara.

bazen
onlar masum duran o saklı sayfalar.

canlı yayın
ve sizler ve onlar ve ötekiler hiç hissetmez mi?

dişi zamiri
sen de onlar gibisin.

festus
sordum onları ne gerdi.
farklı olanlar onların derdi.

küçük sevgilim
onlar bilmez onlar bilmez.

pis
onlara kızmayın.
onlar farkında değil.

savaşa hiç gerek yok
kimlerdensin? onlardan mı? petrolden mi? hayattan mı?

uyan
sadece renkler vardı, sonra kayboldu onlar da.

yardım et
kimler yalansız ki onlar ağlasın.
kimler günahsız ki onlar saklasın.

1945
sene bin dokuz yüz kırk beş. onlar da hep insandılar.

does it make you feel

la blogotheque, dünyayı dolaşıp yerel grupların rastgele performanslarını kameraya alan bir oluşum.. türkiye'den post dial, yora ve gevende'yle çalışmışlar.. içlerinden beni en çok heyecanlandıran post dial'ın performansı oldu.. o gri atmosferde, damlaların arasından duyduğum davul ve gitar tonlarının flörtüne istanbul'un şahitlik eder haldeki görüntüsü her dem özlenen sevgili kadar çilekli duygular bıraktı damağımda..



http://en.blackxslivesound.com/2010/05/04/post-dial/

aşiyan


güneşi batırırcasına yavaş,
yokuş aşağı koşarcasına sabırsız,
bulutlara uçarcasına istekli
bir ruh halidir yaşadığım..
harflerin mürekkep kokulu karanlıklarından sıyrılıp
o günün aşiyan papatyalarını,
o günün kelimesiz papatyalarını,
o günün beyaz papatyalarını,
ve o papatyalar kadar beyaz, gülümseyen çehreni anımsarım..
bu anımsayış, bakışın kelimeleri dağıtması gibi
dağıtır toz bulutlarını aramızda yuvalanan,
ve fotoğrafımda görünmeyen gözlerin görünür olurlar..
benliğin sınırlı dünyasından kurtulur gibi
yazılarımdan kurtulup imgelemime düşerler..
bundan mütevellit, nerden bakarsam bakayım
her cümlede bir çift göz görürüm,
her noktada bir insan!

çocuk işçiler..

ilk yıllarında fotoğraf, burjuvadan ressamlara kölelik eden işlevi sebebiyle emekçi sınıfın sadık temsilcisi olarak yer edinmişti dünyada.. işçi kılığında hayata adımını atmış fotoğraf, bin dokuz yüzlerin başı itibarıyle kendi sınıfından insanların kahraman yaşantılarını belgeleyen bir sanat olarak doğdu masum yüzlere.. bu sanatın karanlık dünyalarda yer edinmiş aydınlık dünyalarını dert edinen en önemli temsilcisi ise lewis hine oldu..

1874 Wisconsin'ininde dünyaya merhaba diyen, babasının vefatından sonra öğrenimi için para kazanmak zorunda kalan hine, daha 18 yaşındayken yaşamın zorlu iklimleriyle yüzleşti.. sosyoloji öğrencisi olarak chicago, columbia ve new york üniversitesi'nde eğitim aldı.. 1905'te new york'ta ellis adası'nı dolaştı ve binlerce göçmenin hayatlarını fotoğrafladı.. işçi sınıfın komik ücretlerle 13-14 saat çalışmak zorunda bırakılmaları, hine’ın vicdanında yer edinmişti ve kendini bu insanların yaşamlarına adadı.. 1908 yılında çocuk işçiler ulusal komitesi fotoğrafçısı olarak işe başladı.. bu komite için yaptığı çalışmalardan mütevellit ölüm tehlikeleri atlattı, tehdit edildi, saldırılara uğradı. çocuk emeği üzerindeki duygusuz sömürünün halk tarafından bilinmesini istemeyenler hine’ı engellemeye çalıştılar.. o yılmadı, fabrikalarda, atölyelerde işçileri çekebilmek için kılıktan kılığa girdi: yangın müfettişi, sigortacı, incil satıcısı, pazarlamacı... fotoğraf çekebilmek için her yolu denedi.. lewis hine’nin bu çabaları boşa gitmedi ve çocuk emeğinin korunması yolunda önemli adımlar atıldı..

şimdilerde çocuklarımız varoş mahallelerin masum çocuklarıyla bilye yuvarlayıp, okuldan akranlarıyla ip atlayıp akşam olunca elleri soğuktan çatlamış ama mutlu bir halde evlerine dönebiliyorlarsa, lewis hine ve onun kadar fedakar insanlar var olageldiği içindir..


vermont eyaleti'nin "north pownal" kasabasında bulunan pamuklu dokuma fabrikasında çalışan 12 yaşındaki çocuk işçi (şubat 1910)


south carolina eyaleti'nin "newberry" şehrinde bulunan mollahan mills'da küçük bir ip eğirici


indiana'da çoğu cam işçilerinden oluşturulan beyzbol takımı (ağustos 1908)


indiana'da gece yarısı çalışan cam işçileri


tek seferde iki kasa dut taşıyan işçi çocuk.. on yaşında ve üç yıldır çalışıyor..

ister beğen ister beğenme, ben üçüncü dünyayım

felsefe dünyasında bilgi problemi descartes'tan beridir temel bir araştırma alanını kapsamaktaydı.. batı’da 1688 burjuva devrimiyle birlikte yeni bir evren ve varlık tasarımı yapıldı.. bu devrimin öncülerinden olan john locke, bilgi teorisini ve bilgi felsefesini bağımsız alanlar üzerine oturtmayı başarmış ilk düşünürdür.. locke’un ayak izlerinde adımlayan david hume ve francis bacon, hayatı ve zamanı sürekli ileriye doğru akan bir ırmak olarak tasvir ettiler ve her varlığın gelişmeye muhtaç olduğu fikrini ortaya attılar.. empirizm olarak adlandırılan bu görüş kapitalizm ile tarihi bir koşutluk içerisindedir. sanayi devrimiyle şekillenmeye başlayan kapitalizm, subjektif materyalizmin de desteğini arkasına alarak modern çağda geniş uygulama alanları bulmaya başladı.. üretim bazlı ekonomik yaşam, tek kutuplu bir dünya görüşü ve yaratıcılıktan yoksun bir insan ırkının oluşmasına zemin hazırladı.. sonuçta, buharlı makinalardan dizel motorlara, daktilolardan bilgisayarlara, optik görüntüden elektronik görüntüye, toplumsal haklardan bireyin dokunulmazlığına geçişin, ilerlemenin kanıtı olarak insanlığa dayatıldığı ve insanlığın farkındalıktan uzak kesiminin de, bunu doğal bir olaymış gibi kabullendiği çağımıza ulaştık..

çağımız bilgi toplumunun aydınları at gözlüğü takmışçasına teknolojiyi yüceltiyorlar. devletlerin kuracağı ileri yöntemlerin bilgiyi etkili bir biçimde kullanan halkların oluşmasına olanak sağlayacağına inananların sayısı almış yürümüş.. bilim ve teknoloji sayesinde insanlığın refah seviyesinin artacağına olan inancın gerekçisi olarak gösterilen huzuru, öncesinde saatlerce çalıştığı kolay bir sınavdan çıkmış öğrencinin içine düştüğü boşluk hissine benzetiyorum ben.. gözümüzü büyüme hırsından arındırıp dünyada olup bitenlere baktığımızda gelişen bilimin sadece belli bir kesime hizmet ettiğini görmekteyiz.. teknolojik liderliği elinde tutan birinci dünya ülkelerinin bütün bilimsel olanaklarını öncelikli olarak askeri faaliyetlerine ayırdıkları gerçeği acımasız bir tokat gibi suratımıza patlamaktadır.. gelişen teknoloji ve bu gelişmenin sonucuna binaen rahat yaşam beklentisine düşmüş masum sivillerin ölüm oranları arasındaki doğru orantıyı görmezden gelen insanın herhangi bir mantıklı açıklaması olamaz.. batı dünyası ülkeleri geliştikçe, hammadde ve pazar cenneti doğu ülkeleri aynı miktarda sefilleşmektedir. insan hukuku ve adaletle örtüşmeyen bu heterojen huzur dağılımı, materyalist düşünüşün insan özünde meydana getirdiği bozukluğun sonucu olarak tezahür etmektedir.. toplumlar artık anlık mutluluklar için benliklerindeki sonsuz öz değerlerini kaybetmekten çekinmez hale gelmişlerdir.. elektronik devrimin özgürlükleri daha fazla etkinleştireceğine olan inanç, teknoloji tapıcılığı o kadar korkunç bir hal almıştır ki; tüm bu uygulamalar, bir uzaylı tarikatının ürkütücü ritüelleri gibidir..

sorgulamadan yaşayan, yeni çıkmış teknolojik bir ürüne herkesten önce sahip olmak için canını dişine takarak çalışan, mutluluklarını eşyalara endeksleyerek tatmin olan bir nesil ile karşı karşıyayız.. modern çağın insanını zamanın süzgecinden geçirdiğimizde karşımıza çıkacak tablo hiç de iç açıcı görünmüyor: insanlık, 20. ve 21. yüzyıldan itibaren, önce televizyon sonra bilgisayar ve en son cep telefonu ekranlarından akan görüntülere maruz bırakılmış bir hayat sürüyor.. ürettiği ürün ile bağı kesilerek tecrit edilen işçinin toplumdan tecriti de yine ürettiği ürünleri kullanarak oluyor.. her yeni çıkan teknolojinin sebep olduğu masrafları ödeyebilmek uğruna sabahtan akşama kadar köle gibi çalışan insan, akşam eve gidince de o teknolojinin kölesi olmaya devam ediyor.. kimisi televizyon karşısında uyuyakalıyor, kimisi konuşmaktan acizmiş gibi can havliyle cep telefonuna yazılı mesajlar tuşluyor, kimisi de bilgisayar başında sanal dünyanın geçici zevkleri peşinde vakit öldürüyor.. ekranda sürekli akan ve asla kalıcı olmayan görüntüler, evlerinin penceresinden izleyebildikleri gerçek hayattan daha çekici geliyor.. oysa ki üç boyutlu dünyada yaşanan gerçekler öz benlikte daha kalıcı etkiler bırakıyor.. teknolojinin yancısı konumundaki insan, şehir yaşamından bunaldığında facebook’taki çiftliğine giderek ineğini sağıyor.. ama o çiftliğin aslını kurmaya gelince her şey zor, çok zor oluyor..

estetiğimiz başkadır bizim.











bütün uzaylılar yalancıdır ve ben bir uzaylıyım..

ademden beridir evrenin büyüklüğü insanoğlunun algılayamadığı bir obsesyon olagelmiştir.. sınırsız olanı sınırlı beyinleriyle anlamaya çabalayan bilim insanları, uzayın üç aşağı beş yukarı 93 milyar ışık yılı genişliğinde olduğunu tahmin etmişler.. şimdi bunun aslında ne demek olduğunu somutlaştırmaya çalışalım:

uzayın karşılıklı iki ucu olduğunu ve bu iki uçta konuşlanmış "aserehe" ve "beserehe" adında iki gezegen olduğunu ve bu iki gezegende iki ayrı uzaylı ırkının yaşadığını ve bu uzaylıların teknoloji ve bilimde süpersonik geliştiklerini varsayalım.. teknoloji ve bilimde o kadar ileri bir seviyede olmuş olsunlar ki birbirlerini teleskoplarla görebiliyor olsunlar.. bir gün aserehe gezegeninden bir uzaylı besereheli bir arkadaşına el hareketi yapmış olsun.. besereheli uzaylı, asereheli arkadaşının yaptığı el hareketini görmek istiyorsa eğer, teleskop başında 93 milyar yıl beklemek zorundadır.. yani besereheli uzaylının o anda teleskopta gördükleri aserehe gezegeninin 93 milyar yıl önceki durumundan başka bir şey değildir.. söz konusu durum-zaman grafiğini düşününce korkmamak elde değil!

aşk meşk, iş güç, küresel ısınma, okul, staj, hatun dırdırı vs. gibi kötümser uğraşlardan canı sıkılan insanın arada kafayı kaldırıp gökyüzüne bakmasında fayda var.. gökyüzünü izlemekten de sıkılıp evreni en ufaktan başlayarak adım adım incelemek isteyenler içinse newsground’da muhteşem bir flash uygulaması mevcut..

the story is old..

şarkının albüm versiyonunun girişinde 1984-85 ingiltere maden işçileri grevinden yükselen gürültüleri duyarsınız sarhoş ve duygulu piyano tonları eşliğinde.. sonra aniden bütün benliğini sarmış bir kabustan uyanıyormuş gibi seslenir morrissey: ölüm gibi bir şeydir haykırdığı ama ölmek de değildir tam.. bir bekleyiştir süregiden ama hikayedeki kahramanlar geçmişe demir atmışlardır farkındalıktan uzak.. acılarından soyunabilmek için demir almaya yeltenen tekel işçilerine gelsin bu şarkı.. vira bismillah!



the smiths - last night i dreamt that somebody loved me

ve ihtişam ete dönüştü..

tarantino, popüler kültürü ciddi ve anlamlı bir birikim olarak kullanıyor filmlerinde: sanat gibi, mezhep gibi, hatta aşk gibi.. onun tipleri, akılları fikirleri kadınlardaymış gibi davranan ama erkek erkeğe olmaya bayılan ellilerin tipleri.. amerikan western pozunda, kendilerini bir şey sanan, bulduklarını kültleştiren tipler.. tarantino figürleri; sıradan, alışıldık, normal insanlar olmaya uğraşan figürlerdir.. hakiki x kuşağıdırlar bir bakıma.. her şeyin çoktan olmuş olduğunu, artık eskileri türünden yeni bir dünya savaşının olmayacağını, smiths'lerin bir daha gelmeyeceğini bilmektedirler; yine de profesyonellikleriyle gurur duyarlar, sadece anne babalarının, dedelerinin vahşi, çılgın düşlerinden ibaret bir dünyada seve seve ondan hoşlanarak yaşarlar.. hayat ile film, tarantino için aynı şeyler gibi görünürler..

pulp fiction basın bülteninde şöyle der tarantino: "diyelim ki polisler peşinde ve arabadan birini çıkartıp atmak ve arabasıyla kaçmak istiyorsun. ne var ki tam o sırada emniyet kemeri açılmıyor, ya da arabanın senin bilmediğin bir vites sistemi var. gerçekten eğlendirici olan işte bu küçük, kirli şeyler."

inglorious bastards'ta da tarantino'nun sözünü ettiği bu küçük, kirli işler ve aksilikler büyük dertler açıyor alışıldık insanların başlarına..

hangimiz öyle, hangimiz böyle

yağmur tanelerinin ırmak üzerinde kısa ve sık aralıklı halkalar oluşturduğu bir gündü.. ayağımın altındaki kaygan yeşil çimenlere aldırmadan balık tutuyordum.. bir büyük devirmiş olmalıyım ki dengemi kaybettim, ayağım kaydı ve suya düştüm.. ne olduğunu anlayamamanın sebep olduğu şaşkınlık geçtikten sonra tutunacak bir dal aradım etrafımda.. yüz metre ileride ve karşı kıyıda bulunan mutlu aile pikniklerinde salıncak kurduğumuz vefalı elma ağacının suya ulaşmış dalları tek kurtuluşumdu.. çünkü elma ağacını geçer geçmez dibi kayalıklı çağlayanla yüzleşecektim.. elma ağacının olduğu kıyıya doğru gitmeye çalışıyordum azgın ırmakta sürüklenirken.. su o kadar hızlı akıyordu ki can havliyle yüzdüm ama başaramadım.. çağlayana doğru kayarken kendimi ölümün kollarına bıraktım.. boşvermişliğimin ardından duymak istediğim huzuru tadamadım, hayal kırıklığına uğradım.. çağlayandan aşağı kayarken yukarıdan bana el sallayan bir çocukla göz göze geldim.. kırmızı kocaman burunlu bir palyaçoydu.. “yaşadıkların sadece bir rüyadan ibaret.. sen yoksun!” diye bağırdıktan sonra süpermene dönüştü ve beni kurtarmadan kahkahalar atarak yükselmeye başladı.. bir süre sonra da gözden kayboldu.. ben ölüme gidiyordum ama şu süpermene dönüşen palyaço kafamı allak bullak etmişti.. birkaç dakika içerisinde bu kadar çok şey yaşamayı nasıl başarabilmiştim? palyaço kılıklı süpermen doğru mu söylüyordu? saçma sapan sonlanan rüyalarımdan birinde miydim? eğer rüyadaysam bağırsaklarımda karıncalanmaya sebep olan düşme hissi de neyin nesiydi? ne yapmalıydı? neye inanmalıydı? doğru olan neydi, yanlış olan neydi? ne için uğraşmalıydı? rüya neydi, hayat neydi? nereden başlamalıydı? hepsinin özü neydi? bundan çıkan sonuç neydi? ne yapmalıydım? ne yapmalıydım? ne yapmalıydım? allah kahretsin, canım iyice sıkılmıştı.. sona yaklaşıyordum.. pat!

vücudumu sırılsıklam eden kabustan irkilerek uyandım.. tatil günleri erken kalkmak gibisi yoktur.. duşunu alıp, kahvaltını ettikten sonra yapman gereken sorumlulukların sıkıntısı varken hayalini kurduğun huzur pınarlarından kana kana içmek için sınırsız zaman varmış gibi hissedersin.. işte böyle hissettiğim bir tatil gününün sabahında “gerçekte ne olduğum” sorusuyla yüzleşeceğim üç gün geçireceğimden habersiz norveç’te doktorasını yapmakta olan sevgilimle hasret giderdim.. teknoloji ve bilim özlem hadisesinin duymak ve görmekle ilişkili kısmının üstesinden gelmişse de dokunmak, tatmak ve koklamakla ilişkili kısmında insanlığı hala zor durumda bırakmakta.. skype’ı kapattıktan sonra gözlerim yaşarıyorsa bu en çok sevdiceğimin lavanta parfümü kokulu boynuna sarılamadığım ve ipek sarısı saçlarını okşayamadığım içindi.. daha fazla melankoli denizinin bulanık sularına dalmadan yüzümü yıkadım ve geçen sene kaybettiğim arkadaşımı ziyaret için hazırlanmaya koyuldum.. aşiyan’ın en güzel yerinde yatan yahya kemal’e de uğrar ruhuna fatiha bağışlarım diye düşünürken kocaman bir sinek daldı odama, avizemin etrafında sersemce dolaştıktan sonra masama kondu.. geceleri mutfağa gitmekten üşendiğim için yatmadan önce doldurup başucuma koyduğum içi boş su bardağını aldım ve ani bir hamleyle sineğin üstüne kapadım.. aptal sinek kurtulabilmek umuduyla bardağın camına toslarken mütemadiyen, montumu geçirdim sırtıma ve yarısı okulumdan geçen mezarlığın yolunu tuttum..

eve döndüğümde sinek hala çırpınmaktaydı.. ne kadar daha özgürlük mücadelesi vereceğini merak ettim.. bu sebepten bardağın camlarına toslamaktan vazgeçmeyen sineği birkaç gün daha hapsetmeye karar verdim.. akşama kadar evde takılıdm, yeni bir kitaba başladım.. smiths gecesi için arkadaşlarla buluştuk gece yarısına doğru.. “bigmouth strikes again”, “miserable lie”, “this charming man” ve “hand in glove”dan sonrası şarap şişesinin derinliklerinde kayboldu benimle birlikte..

sabah uyandığımda başımın ağrısına katlanabilmek için iki tas su içmek zorunda kaldım.. akşamdan kalma ben bütün gecenin pisliğini akıttığım küvetimde bir saat kadar eğleştikten sonra tıraş olmak için buğulanmış aynanın karşısına geçtim.. o anda doğaüstü bir şey oldu ve işaret parmağım istemsizce aynanın buğusu üzerinde gezinmeye başladı.. kendime hakim olamıyordum.. parmağım belirli bir sıra gözetmeden harfler karalamaktaydı aynaya.. “amaçsız bir hikayede yer alan kuklasın” yazmıştı sahibine itaat etmeyen parmak.. tıraş köpüklü suratımı yıkadım ve koşar adımlarla odama geçtim.. özgürlüğü için düne nazaran daha az çaba harcayan sinek ilişti gözüme.. dün akşam gazetede gördüğüm açlık grevinde umut arayan işçilerle ne kadar çok benzer özellikler taşıdığına hayret ettim.. pes edecek miydi? açlığa, susuzluğa, havasızlığa ne kadar daha dayanacaktı? sineğin mücadelesi üzerine duyduğum merak az önce yaşadığım gerçek üstü maceramı bir an olsun unutturmuştu.. fotoğrafını çekmek için banyoya girdiğimde yazı, buğuyla birlikte kaybolmuştu.. dün gece içtiklerimin etkisi diye düşünerek rahatlatmaya çalıştım kendimi.. dün başladığım kitabı bitirmek için dışarı çıktım..

güzel müzikler çalan bir kafede, tam teşekküllü bir kahvaltı tabağının ardından yudumladığın açık çayla demlenirken elindeki kitabın satırları arasında kaybolmak bulutlu bir bahar sabahı papatyalarla dolu kırlarda kadınınla el ele dolaşırken yakalandığın yağmur kadar heyecan vericidir.. bu heyecan dalgasının yamacında, akşama doğru bebek yüzlü garsonun “artık gitse” bakışları arasında son sayfayı çevirdim.. gördüğüm şey belli belirsiz bir çığlık atmama neden oldu.. zaten tetikte bekleyen garson bir şeyler dediğimi zannetmiş “bir isteğiniz mi var beyefendi?” demek için yanıma kadar gelmişti.. garsonu sıcak çikolata isteyerek başımdan defettikten sonra son sayfanın en altında kırmızı harflerle duran o kısa tümceyi okudum yeniden: “hayal gücümsün!

sıcak çikolatamı bitirmeden hesabı isteyip koşar adımlarla çıktım kafeden.. rüzgarda yönünü şaşırmış balon misali savruluyordum gri binalar altında.. hiçbir şey düşünemez halde, yüzlerine aşina olduğum insanlar arasında yürüyordum.. başka bir insanın düşünceleri arasında yaşayan bir kukla olma fikri korkunç derecede yaralayıcıydı.. annem, babam, arkadaşlarım, sevgilim… onlar da mı hayal gücünden ibaretti? dört gözle beklediğim ve bu yaz arkadaşlarımla gittiğim mardin gezisi koca bir yalan mıydı yani? seni seviyorumlar, çok özledimler ve bütün o klişe sevgi sözleri benim düşüncelerim değiller miydi? peki ya en şiddetli dürtülerle yaşadığım sevişmelerimiz... onlar da başka birinin beyninde kurduğu fanteziler olamazdı ya! eğer bütün gerçekliklerim yalanlar üzerine kuruluysa hayatımın bir anlamı yoktu.. gerçekte yaşamayan birinin yaşamının anlamı olması düşüncesinin saçmalığında boğulduğumu hissettim.. uzaklarda kalmış bir sevginin anısıydım belki de.. sağa sola çarparak evime ulaşmaya çalıştım.. kapımın kilidini zorlukla açabildim ve beynimi kemiren acılardan bir an olsun kurtulabilmek için kendimi yatağa attım.. büyüsünden sıyrılamadığım sözcükler halesinin ışığı altında uyuyabilmek türkiye’de radiohead konseri olması kadar umutsuzdu.. kalktım, buzdolabından iki uyku hapı aldım ve tekrardan yatağıma uzandım.. uykuya dalmadan önce bardağın içerisinde hareketsiz duran ve her halinden pes ettiği anlaşılan umutsuz sineği fark ettim.. sarkastik ve alaycı bakışlarla “artık benden farksızsın.” der gibiydi..

işte o anda, düş görmekte olup olmadığımı düşünmeye başladım.. düşünmem de, bana, yadırganacak bir işmiş gibi geliyordu.. nerede uyuyordum acaba? bildiğim oyunları teker teker denedim.. elimi hızla öne attım, kendimi çimdikledim, gözlerimi yumup açtım, kolumu uzatıp soldan sağa, sağdan sola yarımşar daire çizdim havada.. düş görüyora benzemiyordum.. ne yaparsam yapayım, gerçeklikte olup bitenler bizim her türlü düşümüzü, düşlemimizi, yapıntımızı fersah fersah geride bırakıyordu.. her şey, eninde sonunda, onu anlatanın, o tek kişinin, o tek usun gördüğü, düşlediği, düşündüğü değil midir?

vay canına sayın okuyucular vay canına*

*hayatımız hep ilkini bulma arayışıyla mı geçecek? saflık ilklikle orantılı bir şey mi? kaybetmenin bir coğrafyası olabilir mi? mutlak değer parantezi hayat içinde bir kullanım alanı bulabilir mi?


bazı geceler düşlerimi parsellemiş sorularla eğleşirim..

ne kadar rezil olursak o kadar iyi..

"biz zengin olma tehlikesini atlattık, şimdi daha huzurlu yaşayabilirim." sözüyle kinik felsefecilere namzet etmiş, "benim için amerika, tom waits dinleyenler kadardır." yorumuyla da gönlümde yer edinmiş bir üstad tuncel kurtiz. herkes onu "ezel" dizisindeki "ramiz dayı" karakteriyle tanır oldu. yine de güzel, bazen popüler kültür iyi şeylere vesile olabiliyor. tiyatro görmez, kitap okumaz, tarih bilmez, kendisine yabancı, kendisinden başka herkese düşman bu halkın sayısız türk sineması baş yapıtında yer almış "dayı"yı popülerleşmiş bir dizi ile tanıması güzel.

karlar düşüyor bu satırları karalarken, gecenin geç ve sevgisiz bir saatidir. hayalini kuruyorum: masamızda şeyh bedrettin destanı, sürü ve umut filmleriyle tuncel kurtiz sabahlara kadar can babadan şiirler okusa ve biz o masada bal tadında lezzetlere aşina halimizle ölüp kalsak.

adam

her şey ortak bir şarkıyı sevmekle başladı
"sonunda ölmek var" dedi, "sevdiğim"
ağladı, kuklasına sarıldı adam
adamdı hem de ne adam!
geniş boyunlara soktu hançerini
üfledi ateşe, sönmedi umudu mumun
kuklasının kavradı elini, avucundan öptü adam
adamdı hem de ne adam!
yalan susuşlara inat susmadı yüreği
baktı duvarda resmine kadının, kırmızı
kuklasının boynunda alabora martılar, kokusunu anımsadı adam
adamdı hem de ne adam!
ibne çiçero'lara tükürdü göz yaşlarını
kadınsadı kimi gördüyse etrafında salınan
kuklasının göğsüne bastırdı başını adam
adamdı hem de ne adam!

elması düştü elinden, mayhoş
bıçağın merhameti yoktu, sevgisini soydu
kabuğu adama kaldı..

Back to Home Back to Top yağmur sonrası... Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.