bayat

o akşam mp3 çalarımı yanıma alıp gezintiye çıktığımda olacaklardan habersizdim asdsfasdasdfasf.. hep böyle başlamak istemişimdir lan hikayelere.. çok da janjanlı görünmüyormuş.. her neyse.. anlatacağım yürek burkan hikayeye bu şekilde başlayarak duygu yüklü atmosfere en baştan sıçtığımın farkındayım.. fakat yazarın bütün çabası yaşadığı üzüntüyü okuyucunun da yaşamasını engellemek istemesinden ibarettir..

en ufak izlandaca bilmediğim için sözlerini anlamasam da ruhumu huzurla dolduran sigur rós şarkıları eşliğinde çağlayan derelerden hoplayarak, sevişen kurbağaların üstünden zıplayarak, konya ovası kırlarından papatyalar toplayarak niyazi bakkaldan aysti şeftali alıp gezintime devam etmek üzere yola koyuldum.. dinlediğim duru müziğin etkisi o kadar fazlaydı ki, anlamını bilmeden “ciiiiiğiiyyuuuuuuu” diye bağıra çağıra eşlik ediyordum şarkılara.. o anda hissettiğim duygu yoğunluğu thom yorke’un tabiriyle “dondurucu soğukta, ısıtıcı çalışırken bir land rover’ın içinde oturmak gibi”ydi.. esen lodosun etkisinde sallanan kavak ağaçlarının arasından uzaklardaki katedralin zemin katında mevzilenmiş niyazi bakkalın loş ışıklarını gördüğüm esnada mösyö de ramazan ve madam de fatma’nın bana doğru geldiklerini fark edip müziği durdurdum.. “mösyö de ramazan ve kıymetli eşi madam bugün nasıllar acaba?” diye yapmacık olmayan, neşeli bir ifadeyle nezaket icabı hatırlarını aldıktan sonra yoluma devam ettim.. tozlu patikalardan geçerken kirlenen ayakkabıma ilişti gözlerim.. artık eskidiğini, yeni ayakkabı almam gerektiğini fark ettim.. daha geçen hafta radar cezası ödediğim için alınacak yeni bir ayakkabıya yetecek paramın olmadığını biliyordum.. ruhumdaki huzur bu düşüncüler çemberine dolanıp bir anda üzüntü ve kedere dönüştü.. moralim bozuk bir şekilde niyazi bakkalın önüne geldiğimde cama iliştirilmiş bir not dikkatimi çekti: “bayat ekmek bulunur”.. bayat ekmek yiyen akılsızların da olduğunu şaşkınlıkla düşünerek içeri daldım.. mösyö niyazi plastik bardağa doldurduğu beyaz şarabını yudumlarken bir yandan da televizyonda shakespeare'in en ünlü eserinden uyarlanmış “romeo ve juliet” dizisini izlemekteydi.. mösyöye selam verip ben de izlemeye koyuldum diziyi.. önceki bölümlerini bilmediğim için konuyu anlamadığımı fark eden mösyö, romeo’nun juliet’in dudaklarındaki zehirden tadıp sevdiceğine kavuşmak için juliet’i öptüğünü, sevgilileri baygın halde bulan arkadaşlarının 112 acil yardımı arayarak ambulansla hastaneye yetiştirdiklerini ve bu sebepten şu an yoğun bakımda tutulduklarını anlattı umarsızca.. son zamanlarda ne çok uyarlama dizi yapılıyor diye düşündüğüm sırada içeriye yaşlı bir amca girdi.. saçları ağarmış, temiz yüzlü fakat kıyafetleri yamalı bir dilenci görünümündeydi.. kanımı donduran bir utangaçlıkla ve ağlamaklı bir sesle “evladım bayat ekmeklerden bana biraz verir misin” diye sordu.. mösyö niyazi, amcaya taze ekmeklerin daha tükenmediğini, eğer isterse onlardan verebileceğini söyledi.. iyi niyetinin ışıltıları yüzüne yansımış bu amcanın verdiği cevap balyoz gibi indi beynime: “taze ekmek alacak hiç param yok ki evladım”.. yaşadığım şokun etkisiyle amcanın bayat ekmekleri alıp öylece uzaklaşmasını hiç kıpırdamadan ve yanaklarımda süzülen yaşlarla izledim.. dizinin etkisi altında bulunan mösyö benim o durumumu fark etmemişti.. hiçbir şey söylemeden bakkaldan çıktım ve koşarak uzaklaşmaya başladım katedralin arkasındaki dağlara doğru.. bir yandan koşuyor bir yandan ağlıyordum.. yeteri kadar param olmadığı için alamadığım ayakkabıya üzülmeye hakkım var mıydı?

1 benim de söyleyeceklerim var:

veysi dedi ki...

KYOKO : Hayat bir hayal kırıklığından başka bir şey değil, öyle değil mi?
NORIKO : Evet, öyle...

- Yasujiro Ozu'nun Tokyo Story (1953) filminden

Yorum Gönder

Back to Home Back to Top yağmur sonrası... Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.